“Ağır Abi” Patron
Bundan senelerce evvel, büyük sayılabilecek bir gıda firmasının sahibi, çok eski bir aile dostumuzu araya koyarak şirketimden danışmanlık almak istemişti. Normalde İstanbul dışında fazla iş almamakla birlikte hatırlı aracıları kıramayarak işi kabul ettim.
Şirket bir zamanların önde gelen gıda üreticilerinden biriydi. Bir dönem ulusal TV kanallarda reklamları dönen ve fuarlarda ürünlerini ünlü mankenlere tanıtacak kadar popüler ve bilinen bir marka haline gelmişti.
Şirketin sahibi T. Bey aynı zamanda şirketi otuz küsur yıl önce kuran kişiydi. Yani şirkette hâlâ kurucu patron görevdeydi ve ikinci kuşak henüz etrafta takılma halindeydi.
T. Bey, ilkokulu bitirmiş ve sonra sokağa çıkıp kendi çapmda çalışmaya başlamış biriydi. Derken 1980 askeri darbesi gelip çatmıştı. Darbe olduğu yıllarda yirmili yaşlarında olan T. Bey, marjinal bir siyasi oluşumun içinde yer almış ve birkaç adam yaralamış bir firariydi. Polisin eline geçmektense kaçarım daha iyi, diye düşünerek memleketi Karadeniz’in bir kentinden kaçarak Muğla’nm Bodrum ilçesine yerleşmişti. Onunki de belki pek çokları gibi sıradan bir kaçış hikâyesi olacakken, tarihin cilvesi o ki, tam da 80’li yıllarda Türkiye’de turizm ufak ufak hareketlenmeye başlayacaktı.
T. Bey, garsonluk yaparak başladığı çalışma hayatında birkaç sene içinde kendi lokantasına sahip gözü kara bir patron olmuştu. Kısa bir süre içinde önce bir gazino, sonra bir otel, sonra da daha büyük bir otel derken 1990’lara gelindiğinde yıllık cirosu yaklaşık elli milyon doları bulan kendi çapmda ciddi bir güce dönüşmüştü.
T. Bey, hayatı kavgalarla geçmiş bir sokak çocuğuydu fakat kaba kuvvetle ve bileğinin gücüyle elde ettiği konumunu sürdürecek eğitim ve beceriden yoksundu.
“Otel bizim işimiz değil,” diyerek hizmet sektöründen çıkıp gıda işine girmiş, elindeki nakit gücü sayesinde 2000’li yılların başlarında kısa sürede yerel bir marka haline gelmişti. Ancak haydan gelen huya gitmişti ve firma güçlü finansman yapısı sayesinde hızla tırmandığı zirvelerde fazla tutunamayarak aşağı yuvarlanmaya başladı.
T. Bey sokak çocuğuydu. Alkol problemi vardı. Kumar problemi vardı. Kadınlara düşkündü.
Para bolken sorun yaratmayan bu alışkanlıklar, para tükenmeye yüz tutarken problem olmaya başlamıştı. Bazı arsa ve gayrimenkuller çoktan elden çıkmaya başlamıştı bile.
Bu arada, Türkiye’de faaliyette olan bankaların neredeyse yarısı şirketten alacaklı durumdaydı. Şirket ciro büyüklüğüyle oranlandığında öylesine büyük bir borç batağı içindeydi ki, artık kısa vadeli finansman ihtiyacını bile sağlayamaz olmuştu.
Alacaklı tedarikçiler paralarını alamadığı için şirkete hammadde vermeyi kesmişlerdi. Hammadde olmayınca üretim olmuyor, üretim olmayınca ürün çıkmıyor, satış olmuyor ve para kazanılamıyordu.
İşte böyle bir vaziyetteyken beni bulmuşlardı.
Sigara, alkol ve gece hayatı yüzünden sesi artık hırıltıyla çıkmaya başlamış T. Bey elini omzuma sertçe vurarak;
“Senin amcanla biz kardeşiz yeğenim. Öyle severim senin amcam,” dedi.
Bu adamla “siz”li “biz”li konuşmanın imkânı yoktu. Adam bildiğin külhanbeyiydi.
“Bak ciğerim,” dedi hırıltıyla, “bizim acil nakit paraya ihtiyacımız var, anlıyor musun?”
“Hayır, sizin nakit paraya ihtiyacınız yok. Önce borçlarınızı yeniden yapılandırmak üzere bankalarla bir anlaşma yapacağız. Sonra maliyeti uzun vadeye yayılmış yeni bir finans kaynağı yaratıp oradan gelecek parayı vadesi gelen borçları ödemeye ve tedarikçilerin borçlarım kapatarak yeniden hammadde alabilir hale gelmeye yönlendireceğiz. Üretim çarklarını birkaç tur çevirebilirsek, uzun vadeye yayılmış borçlarımızı da yavaş yavaş öderiz,” diyebilmeyi çok isterdim!
Çeşitli yollarla bunu kendisine izah etmeye de çalıştım. Ancak, “şöyle birkaç milyon dolar, olmadı beş yüz bin dolar daha” kredi alabilmeye odaklanmıştı sadece.
Benim şehir dışmda olduğum bir gün artık tehdit mi etti, kadın mı gönderdi, ne yaptı bilmiyorum ama son bir bankacıyı daha ikna ederek beş yüz bin dolar kredi alabilmeyi başarmıştı.
İtiraf etmek lazım: Biz ne kadar okursak okuyalım, bu adamlar şipşak ikna kabiliyetleri sayesinde büyük paralar kazanabilen türde insanlardır. Bu adam da, tam anlamıyla imkânsız bir durumdayken ne yapmış etmiş, bankacının tekini kekleyerek yine kredi alabilmeyi başarmıştı.
Telefondaki görüşmemizde, “Paraya dokunmaym geliyorum, gelince konuşup bir strateji belirleyelim, bu para şirket için son şans T. Abi,” dedim. Artık maalesef abili kardeşli konuşuyorduk.
T. Abi, bu arada kendince bir karar almış, daha önce kendisinden mal alıp da parasım ödemeyen adamların peşine düşmeye karar vermişti. Çok küçük meblağlardan oluşan bu alacaklarını tahsil edebilmek için etrafında kalan son bir iki silahlı serseriyi tahsilata (!) göndermişti.
Mafyacılık da parayla olur. Para bitti mi etrafında kendisi gibi kaybetmiş birkaç çakal dışında kimse kalmaz insanın.
Arabayla fabrikanın nizamiyesine vardığımda görevli beni gördü ve hemen kapıyı açtı. Bardaktan boşanırcasına yağmur yağıyordu.
Bir adam, fabrikanın bahçe kapısının hemen yanındaki güvenlik kulübesinin arkasında kürekle toprağı kazıyordu. Dikkatle baktığımda başında bir başka adamın dikildiğini gördüm. Arabamı park edip yanlarına gittiğimde ise dehşete kapıldım: T. Abi’nin etrafındaki çakallardan biri silahını adamın kafasma dayamış,
“Kaz ulan!” diyordu.
“Abi gözünüzü seveyim bırakın beni, söz ödeyecem parayı!”
Bizim çakal cepten T. Abi’yi aradı: “T. Abi, bu herif bırakırsak parayı ödeyecekmiş.”
“Parası varmış da bugüne kadar niye ödememiş ka-vat?! Kazsın şimdi kendi mezarım o… çocuğu.”
Rehinemiz, daha önce birkaç çuval gıda maddesi almış ve parasım ödemeden şehir dışına gitmiş biriydi. Şehre döndüğü haberini alır almaz adamı ortak bir tanıdık aracılığıyla kandırıp buraya getirmişlerdi. Söz konusu para iki bin dolardı ve o iki bin dolar için adama mezar kazdırılıyordu.
Gözlerime inanamıyordum. Kendi kendime, “Tanrım ben nasıl bir firmaya danışmanlık veriyorum böyle,” diyor, “Beni bu adamlara eş ettin amca, lanet olsun,” diyerek amcamı suçluyordum.
Koşarak T. Abi’nin yanına çıktım. O gün orada olmamın gerçek nedeni, zar zor alabildiğimiz beş yüz bin doları en etkili şekilde kullanarak firmayı nasıl rahatlatabilece-ğimizi konuşmaktı. Borç on beş milyon dolardı. Alman kredi, borcun yanında önemli bir miktar değildi ama kısa süreli olarak firmayı çok rahatlatabilirdi.
İki bin dolar için borçlularımıza mezar kazdırıyorduk, düşün artık firma için her kuruşun değerini!
T. Abi’nin odasına girdiğimde, televizyondan at yarışı izler gibi borsa verilerini takip ediyordu.
“Kop lan, yüksel hadi a… koduğumun hissesi! Bu bankacıyı da vuracam! İbne bana hisse değil eşek aldırmış resmen, bir türlü yükselemedi s…tiğim!”
İstanbul’un en pahalı üniversitelerinden birinde sekiz yıldır okuyan ve “Kaçıncı sınıftasın?” diye soranlara verdiği cevapların çeşidiyle küçük bir kitap yazabileceğiniz embesil oğlu da o sırada T. Abi’nin yamndaydı. Ayakkabılarını çıkarmış, babasının karşısındaki ikili deri kanepeye uzanmış o da duvardaki TV’ye bakıyordu. Akşamdan kalma vücudunda hâlâ kandan çok alkol vardı. Gözleri yarı baygın vaziyette, arabasınm anahtarlığıyla tespih gibi oynuyordu.
Beni görünce şöyle bir toparlamyor gibi yaptı.
Ağır abi takılan babalarm oğulları da böyle gelenek görenek, büyüğümüz, abimiz vs ayaklarma yatarlar. İnanılmaz saygılı triplerdedirler. Oysa biraz hoşlarına gitmeyen bir şey söyleseniz arkamzdan ana avrat sövecek kadar da adi ve ikiyüzlü olurlar. Sonuçta armut dibine düşer ve burada da sahte bir kabadayı olan babasmm taklidini yapan bir gençten bahsediyoruz. Çakmanın çakması oldukları için bu türden adamların çocukları da cahildir. Babasından daha ileri gidebilenini ise hiç görmedim.
Bu yüzden beni gördüğünde uzandığı yerden doğrulmaya çalışan bu çocuğun sahte saygı gösterisiyle ilgilenmedim ve elimle “keyfine bak” der gibi bir işaret yaptım.
İstifini bozmadan yatmaya devam etti ve yattığı yerden bana,
“Abi bak, babam manyak para yapıyo bugün borsada. X şirketinin hisseleri eğer 1.06 TL’den 1.20’ye yükselirse babamın sözü var, benim düldülü satıp yeni kasasını ala-caz.”
Sırtımdan aşağı kaynar sular döküldü. Adam zar zor alman kredinin tamamını borsaya, aptal bir hisseye yatırmıştı. Kumar en kötü alışkanlıktı gerçekten.
Geri zekâlı oğlu ise hiç, “Ulan bu kadar borç harç içindeyiz, alacaklılar yirmi dört saat anamıza avradımıza sövüyorlar, bari ben adam olayım da yeni araba boku yemeyim,” gibi bir düşünceye kapılmıyor, camış gibi yattığı yerden bana müstakbel arabasınm özelliklerini anlatıyordu.
Fabrikada yüz elli mavi yakalı, ofislerde ise on tane beyaz yakalı memur ve yönetici çalışıyordu ve bu adamlar beş aydır maaş alamıyorlardı. Arada bir ellerine 100 TL gibi harçlıklar verilerek “ölmemeleri” sağlanıyordu sadece.
Pencereden, dışarıda iki bin dolar için kendi mezarını kazdırdıkları adamı görüyordum. Adam ağlıyor, çocuklarım, karısını ve tabii kendi canını düşünüyordu.
Bu arada benim de danışmanlık nedeniyle almam gereken para aşağı yukarı on bin doları geçmişti ve elbette hiç para alamamıştım.
Etrafta kim varsa hepsi bir şekilde mağdurdu ve T. Bey eline geçen artık muhtemelen son paranın tümünü borsada batırmak üzereydi. Kanepede yatan oğluna baktım. Düşük bel kot pantolonu sıyrılmış, beyaz tişörtü yukarı kalkmış, belindeki ve göbeğindeki bıngıl bıngıl yağları ortaya çıkmıştı.
O sırada kapı çaldı ve içeri ihracat memuru genç kız girdi. T. Abi’nin masasına bir evrak bırakıp giderken T. Abi gözleriyle kızın kalçasını işaret edip bana gösterdi ve eliyle “süper” işareti yaptı.
Yeni evli genç bir kızcağızdı bu. T. Abi ise birkaç hafta önce kızın düğününde nikâh şahitliğini yapmıştı. Kız maaş alamıyordu ama başka iş bulamadığı için, mecbur olduğu için oradaydı. İşler‘ düzelince nasılsa alacağımızı alırız diye düşünüyordu tüm çalışanlar. Biraz sabır lazımdı, hepsi buydu. Sonuçta herkes aynı gemideydi vesaire vesaire.
O an bende film koptu.
Aşağı indim ve nizamiyedeki güvenlik kulübesine doğru koştum. Yağmurdan sırılsıklam olmuştum ama farkında bile değildim artık. Elinde silahla adama mezar kazdıran çakala, “T. Abi’nin talimatı, adamı bırakıyorsunuz,” dedim ve hırsla yakasına yapışıp silahını yere fırlattım. Herif şok olmuştu.
Mezar kazan sırılsıklam adamı çamurlarıyla birlikte arabama aldım, cebine otobüs ve yemek parası sıkıştırıp otobüs terminaline bıraktım. Aynaya baktığımda hâlâ kendi suratımı görüyordum. Yani Bruce Willis olmamış, gerçekten delirmiştim.
O gün, o firmaya son uğrayışım olmuştu.
Birkaç kez cep telefonumdan bana ulaşmayı deneyen T. Abi de bir zaman sonra durumu anlamış ve artık aramayı kesmişti.
Sonradan aldığım haberlere göre ise bir sene kadar sonra fabrika icra yoluyla satılmış, işçiler işsiz kalmış, alacaklılar paralarını alamayıp mağdur olmuş ve hatta bazıları iflas etmişti.
T. Abi mi?
Bir patron her zaman patrondur. Etiğini yitirmiş bir adam için kapısında alacaklılar sıra olduğunda bile, bir yerlerde karısının üzerine yapılmış mal mülk ve parasının var olması fark etmez. T. Abi’miz de kara gün sepetini çoktan ayarlamıştı.
Şimdi Karadeniz şehirlerinden birinde, kâğıt üzerinde karısının gözüken iki tane oteli var.
Toplam değeri neresinden bakarsanız bakın milyon dolarlar eden iki otel…
T. Bey haftanın üç dört günü İstanbul’daki manken sevgilisiyle takılmaya devam ediyor. Bolca erkeklik hapı tüketiyor, çünkü kız, evladı yaşında.
Eh, tempoyu ayarlamak lazım.
Oğlu hâlâ yağlı. Hâlâ okulunu bitirememiş durumda. Hâlâ askere de gitmemeyi başarıyor. Otellerin bir tanesinde kendisine şık bir ofis yaptırdı, patronculuk oynuyor. Çaresiz ve gariban garson kızlara takılıyor. Ara sıra bir iki üniversite mezunu otel müdürünü fırçalayıp stres atıyor.
T. Abi’nin karısı mı?
Zavallı kadın kendini dine vermiş, geçen sene üçüncü kez hacca gittiğini işittim.
Duydun mu sevgili BeyazYalaka dostum?
İşte sen bu adamların yanında çalışıyorsun.
Olsun!
Sabret.