Bilim - Teknoloji - İnovasyon

İnsanların ölümüne yol açan etmenleri

İnsanların ölümüne yol açan etmenleri

birer birer incelesek, anlasak ve ortadan kaldırsak nereye varırız sonunda?

Ölümsüzlük şu karşıki tepenin hemen ardında mı?

Yoksa yol çok daha dolambaçlı ve uzun mu?

Bulaşıcı hastalıklar, yüzyıllar boyunca insanlığın başının en eski ve en büyük belası olmuştu. Çocukları, gençleri etkilemesi, bir anda bütün topluma yayılabilmesi ve tamamen sağlıklı insanları da götürebilmesi, kanser gibi yaşa ve yaşam tarzına bağlı diğer sağlık sorunlarından çok ayrı bir kategoriye koyuyordu onları.

Kimse kıyametin bir kanser türüyle geleceğini hayal etmemişti mesela.

Ama yine de fikir olarak, sorun dışarıdan vücudumuza giren ve istenmeyen unsurlar olduğuna göre, ne yapılması gerektiği de açıktı: Bul ve yok et.

Antibiyotikler bu konudaki ilk büyük teknolojik sıçramayı temsil eder. Hava bombardımanının savaşların gidişatını değiştirmesi gibi, antibiyotikler de bakterilerle mücadelenin bir numaralı silahı olmuş, verem, zatürre ve diğerlerinin önünü kesmişti.

Ama bütün vücuda yayılan antibiyotik, aynen bütün şehri bombalamak gibi, verimsiz bir mücadele şekliydi.

sinek

Ayrıca virüslere etki etmemeleri büyük bir eksiklikti.

(Gerçi ağır bombardıman uçakları da gerillalara karşı çok az etkili olmuştur.) Bir sonraki aşama DNA kodu, kimyasal ve geometrik yapısı tam olarak bilinen mikroorganizmalara özel olarak tasarlanmış, akıllı bomba benzeri, akıllı moleküllerdi. Onlar vücutta sadece kendi hedefleriyle etkileşiyordu.

Kişiye özel üretiliyorlardı ve tek doz yeterliydi.

Ama akıllı ilaçlar da, çok zeki aşılar da bizi tam olarak huzura kavuşturmamıştı. Çünkü hastalığın kökünü kurutamıyorlardı. Tedavi veya aşı olmamış bireylerde veya tüm insanları aşılasanız bile başka hayvanların vücutlarında saklanıp uygun bir fırsat kollayan pek çok hastalık vardı. Üstelik zamanla mutasyona uğrayıp eski yöntemlere karşı direnç de kazanabiliyorlardı.

Son aşama, akıllı kimyasallardan akıllı biyolojik ajanlara geçişimiz oldu. Artık mikropları kendi silahlarıyla vuruyorduk. Önce DNA’sıyla hafifçe oynanmış bakteri avcısı virüslerle başladık, kısa süre sonra belli bir mikroorganizmayı bulup yok etmek üzere tasarlanmış mikrobotlara ulaştık.

Bu minik savaşçılar kendi başlarına ürüyor, yayılıyor, avını yiyerek (ya da ironik bir şekilde hasta ederek) besleniyordu. Tek yapmamız gereken doğal ortama bu salgını “bulaştırmaktı”

İlk deneme sıtmaya karşı yapıldı. Geliştirilen mikrobotlar sıtma parazitini, karmaşık yaşam döngüsü sırasında büründüğü her kılıkta, girdiği her delikte arayıp buluyor ve yok ediyordu. Sivrisineğin bağırsaklarından tükürüğüne, oradan insan damarlarına, karaciğerine, alyuvarlara kadar paraziti kovalayan bu mikrobotlar, hastalığın yaygın olduğu bölgelerde doğal olarak çoğalıyor, kökünün kurutulduğu yerlerde ise av bulamamış tüm avcılar gibi, kendiliğinden yok olup gidiyordu.

İnsanları aşılamak için de en “doğal” yöntem kullanılmıştı: Sivrisinekler.

Konfederasyon böylece on binlerce sağlık personeli ve milyonlarca enjektör masrafından tasarruf etmişti. Sivrisinekler aşılama işini parasız yapıyorlardı.

Araştırmacılar tasarımlarına o kadar güveniyordu ki, avcı mikrobotları ilk olarak kendi kanlarına enjekte etmiş, sonra da sivrisineklerin bol olduğu bir ortamda iki gece güvenlik ağı olmadan uyumuşlardı.

Aşılama kampanyası bundan ibaretti.

Böylece sıtma paraziti, mamut ve dodo gibi, yoğun avlanma sonucu kökü kurutulan türlerin arasına karışırken yeni bir tartışma da başlatıyordu:

Bu, hastayı tedavi etmekten çok öte bir şey, adeta bir soykırımdı. İnsanlığın doğal yaşama bu şekilde müdahale hakkı var mıydı?

Devraldığmız doğal zenginliği, tür çeşitliliğini korumaya ant içmiş Toprakana kültü, bir canlının küçük olmasının felsefi açıdan bir şeyi değiştirmeyeceği kanaatindeydi.

Canlı soylarını tüketmek kötüydü, bir mikroorganizmayla

Sibirya Kaplanı arasında fark yoktu onlar için.

Her tür, ekosistemdeki sayısız başka türle etkileşim halindeydi çünkü.

Üstelik üretip doğaya saldığımız bu mikrobotlar da mutasyona uğrar ve avını bulamadığı zaman yok olup gitmek yerine, enerji elde etmenin başka yollarını bulur ve kendi başına sağ kalırsa? İlk hedefimizin dışında, bu sefer bize faydalı bakterilerin, hatta insan hücrelerinin peşine düşerse?

“Onu da avlayacak başka bir avcı üretiriz” cevabı nedense kimseyi tatmin etmemişti.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu