Paskalya Adası
Rapa Nui; günümüzdeki adıyla Paskalya Adası. Pasifik’in ortasındaki bu ada, yerlilerin deyimiyle; gözleri gökyüzüne çevrilmiş devler tarafından korunuyor. Bu heykelleri kim yaptı? Ve neden?
Ama hepsinden önemlisi, ağırlığı 82 tonu bulan dev moai heykellerini nasıl taşıdılar?
Paskalya Adası, bugün üzerinde neredeyse hiç ağaç kalmamış olan volkanik bir kara parçası. Adanın keşfinden bu yana moai heykelleri hakkında birçok spekülasyon üretildi. Bazı çılgın teoriler, heykellerin volkanlardan dışarı fışkırarak yerlerine oturduklarından bahsediyor. Ama uzaylıların taşıdığını söyleyenler de var. Bir kısım araştırmacıysa, mitolojik bilgileri dikkate alarak, adanın binlerce yıl öncesinde gökyüzünü araştıran gözlemevleriyle, antik bir uygarlığa ev sahipliği yaptığını ileri sürüyor. Modern teoriler, heykellerin taşınması için bazı mekanizmaların kullanıldığı ve ağaçların yardımına başvurulduğu konusunda hemfikir. Ama son keşifler tüm bu teorilerin yanlış olabileceğini gösterdi.
Dünyanın merkezi
1722 yılında Jacob Roggeveen isimli bir Avrupalı, Büyük Okyanusun güney doğusundaki bir adaya ulaştı. Daha önce varlığı bile bilinmeyen adaya Paskalya bayramında çıktığı için Paskalya Adası adını vermişti. Aslında adanın tarihi ıo bin yıl öncesine uzanıyor. Buraya ilk yerleşenler Polinezyalılar’dı. Dünyanın en eski denizcileri olarak bilinen Polinezyalılar’ın M.Ö. 700-800 yılları arasında adaya çıktıkları düşünülüyor. Ona Rapa Nui demişlerdi; dünyanın merkezi. O zamanlar Polinezyalı denizciler hayatları pahasına okyanus açılıyor, yeni yerleşim alanları arıyor, farklı kültürlerle karşılaşıp ürünlerini takas etme fırsatı kolluyorlardı. Bunlar genellikle tarım ürünleriydi.
Denizciliğin yanı sıra çiftçilikte de usta olan bu ırk, palmiye ormanlarıyla kaplı adaya taro kökü, muz ağacı ve tatlı patates getirdi. Tarımın başlaması, ada nüfusunun katlanarak artmasını sağladı. Moailerin yapıldığı dönemde (1400 -16OO yılları arası) nüfusun 10 binlere ulaştığı düşünülüyor.
O zamandan, AvrupalIların adayı keşfine dek geçen 122 yıl içinde Rapa Nui kritik bir değişim geçirdi. Günümüzde yapılan çeşitli araştırmalar, adada erozyonların yaşandığını, ormanların ve tarımın zaman içinde yok olduğunu, toprakların verimsizleştiğini gösteriyor. Ekolojik değişimlerin beraberinde kaynaklar tükendi, nehirler kurudu ve kuşlar adayı terk etti. Sonuçta büyük bir kıtlık yaşandı. Nüfus hızla azaldı. Balıkçılar tekne yapacak ağaç bulamadılar ve kimilerinin iddiasına göre yamyamlık ortaya çıktı. Araştırmacıların çoğu, moai heykellerinin bu senaryoda büyük bir rol oynadığım düşünüyor. Onlara göre; ormanlar heykellerin taşınması için katledildi ve bunun sonucunda adadaki yaşam kökten değişti. Fakat ağaçların tarım arazisi açmak için kesildiğini düşünenler de var.
Güney Pasifik’in ortasında, en yakın kara parçasından 1600 kilometre uzakta olan bu adada neler yaşandığı hala merak konusu. Arkeologlar asırlardır Polinezyalılar’ın varışından sonraki dönemi aydınlatmaya çalışıyorlar. Adalıların bine yakın heykel ürettiğini, bunların antik ataların ruhunu yansıtan figürler olduğunu biliyoruz. Heykeller tüm adaya yayılmış durumda. İçlerinde 20 kilometre uzağa taşınmış olanları da var. Moai heykelleri “ahu” adı verilen kutsal platformlar üzerine yerleştirilmiş.
Tüm bunlardan eminiz. Ama adanın esrarı zaten bu noktada başlıyor.
O zamanlarda henüz metal araç gereç kullanılmıyordu. Polinezyalılar moaileri nasıl yonttu ve tekerlek benzeri bir sistemleri de olmadığına göre, 9 metre uzunluğunda, tonlarca ağırlıkta olan heykelleri nasıl böylesine uzak bölgelere ulaştırabildiler? Dahası, adanın ekolojik anlamda tükenmesinin ardındaki sebepler neydi? Tüm bu soruların cevabı moailerin kendisinde yatıyor olabilir.
Heykellerin sırrı
Adalıların yüzyıllardır nesilden nesile aktardıkları hikayelerde, moailerin kendi kendilerine yürüdükleri iddia ediliyor. Ada yerlilerinden Sergio Rapu Haoa bu konuyu uzun yıllar boyunca araştırmış olan bir arkeolog. Heykelleri şöyle özetliyor; “Onlar, atalarımızın yaşayan yüzleri. Yaşamın işaretiyse gözlerinde saklı.”
Moailerin bazılarının kafasında taştan oyulmuş kırmızı başlıklar var. Bunlara “pukao” deniyor. Heykellerin hepsi, adanın Rano Raraku isimli bölgesindeki taş ocağında bulunan bu bölgeye özgü volkanik tüften oyulmuş. Haoa, heykellerin bazalttan üretilen taş aletler yardımıyla yapıldığım düşünüyor. Yapım aşamasında, oyuldukları kayalara bir omurga ile bağlanarak sabitlen-mişler. Tamamladıklarındaysa, altlarındaki kayalardan koparılıp, yatay duruma getirildikleri sanılıyor. Çünkü ayak kısımları sonradan güçlendirilmiş. Moai heykellerinin bazıları büyüleyici detaylar içermekte. Özellikle sırt bölgelerinde görülen tamamlandıktan hemen sonra, gerçekleştirileceği platforma taşınmadan önce yapılmış.
Günümüzde farklı teorilerin birleştiği önemli bir nokta var: Heykellerin taşınması için palmiye ağaçlarının kütükleri kullanılmış olmalı. 90’larda bu yöntemi deneyen bir grup araştırmacı, bir moaiyi ahşap kızak kullanarak, yine ahşaptan yapılmış ray sistemi üzerinde hareket ettirmeyi başarmıştı.
Bu, Polinezyalılar’m kanolarını taşıma yöntemiyle de benzeşiyor. Deneyin başarılı olması, heykellerin bu veya benzer başka bir yöntemle taşınmış olduğu inancım güçlendirdi. Ancak bu fikre katılmayanlar da var. Haoa’nm çalışmaları, heykellerin dikey olarak taşındığını gösteriyor. Onun teorisinden etkilenen arkeologlar Terry Hunt ve Cari Lipo, 2012 yılında bunu test etmek için mükemmel bir moai kopyası üreterek, adanın farklı bir noktasına taşıma planı yaptılar. ‘Adalılara, atalarınız bu heykelleri nasıl taşıdı, diye sorduğunuzda aldığınız tek cevap şu oluyor: Kendileri yürüdü. Bizim gibi yabancılarsa bu cevabı oldukça komik buluyor” diyor Hunt; “Bu yüzden o heykellerden birini taşımayı denedik. Bu, daha önce hiç almadığımız bir risk. Çünkü başarabileceğimizden emin değiliz.” Araştırma ekibi, önceki teorilerde büyük bir sorun olduğunu düşünüyor: “Hiçbiri adadaki diğer kanıtları araştırmadılar”. Hunt ve Lipo ise heykellerin üzerindeki işaretlerden yola çıkıp, öncekilere oranla çok daha nitelikli bir araştırmaya imza attı.
Yürüyen heykeller efsanesi
Terry Hunt ve Cari Lipo, hem uydu görüntülerini hem de adadaki antik yolları uzun bir süre boyunca inceledi. Raraku bölgesindeki taş ocağından, bazıları güney sahillerine, bazıları kuzeye, geri kalanları da ada merkezine uzanan antik patikalar olduğunu tespit ettiler. Moailerin taşındığı yollar bunlar olmalıydı. Tabii o zamanlar kullanılan tüm patikaların günümüze dek bozulmadan ulaşması mümkün değil. Hatta birçoğu da zaman içinde çıplak gözle ayırt edilemeyecek kadar değişmiş olmalı. Bu yüzden, üzerine kamera bağlanmış olan insansız bir hava aracı kullandılar. Ellerindeki uydu görüntülerinden yola çıktıkları için hava aracım tam olarak hangi noktalara yönlendirmeleri gerektiğini biliyorlardı.
Çıkış noktaları şuydu: Adalılar eğimli yolları kullanarak heykelleri aşağıya doğru taşımış olabilirler. Hatta bunun için iki nokta arasındaki mesafeyi uzatmak pahasına, hedefe kadar ulaşan patikalar açılmış olabilir. Araştırmaları bu çarpıcı fikrin doğru olduğunu kanıtladı. Ama yolların eğimli olması, heykellerin kolaylıkla taşınabileceği anlamına gelmiyor. Neticede test edilen teori, dikey olarak yürütülmüş olduklarını söylüyor. İşte bu noktada moaileri yakından incelemeye başladılar. Ama ayakta ve sağlam olanları değil, yan yatmış olan 50 tanesini. Gördükleri şuydu: Yüzü tepelere dönük olan heykeller sırt üstü düşmüşken, dışarıya bakanlar yüzüstü devrilmişti. Düz alanlar-dakilerdeyse hem yüzüstü hem de sırtüstü duranlar vardı. Bu gözlem, heykellerin gerçekten dikey olarak taşınmış olduğuna dair sağlam bir ipucu niteliğindeydi. Böylece yerlilerin dilinde “ayaksız yürümek” anlamına gelen “neke-neke” sözcüğü açıklığa kavuşmuş oldu. Fakat Polinezyalılar, moailerin yürüdüğünü söylemekle beraber, bunu nasıl yaptıklarını anlatmıyorlar. Zaten asıl mesele de bu.
Devrilen heykellerin çoğuna yaşamın işareti sayılan gözler eklenmemiş. Üstelik diğerlerinin aksine, üzerine yerleştirildikleri bir platform da yok. Bu bulgu, hedefe ulaştırılamadan düşürüldüklerini ve öylece bırakıldıklarını gösteriyor. Devrik olanlar, diğer heykellere nazaran daha tıknaz bir yapıya sahipler. Ahuların üzerine oturtulan heykellerin hepsinde ağırlık merkezleri ustalıkla ayarlanmış. Devrilenler-deyse alt kısımlar çok daha geniş. Bir de tabanlarında D şeklinde bir kavis bulunuyor. Kavisli taban yapısı, yere dümdüz yapışmadığı için, yürütülebilmelerini sağlayabilecek bir faktör gibi görünüyor. Yine de belli ki onları dik tutarak taşımaları hiç kolay olmamış. Sonuçta, ikilinin vardığı nokta, ada yerlilerini haklı çıkarıyor: Heykeller gerçekten yürümüşler! Ama tabii ki kendi başlarına değil. Yine de bu teoriyi test edip, gerçeğe dönüşebileceğinden emin olmak gerek.
Hotu iti: Bir moai replikası
Hunt ve Lipo’nun deneyi için heykelin taşınmasına yardım edecek gönüllüler seçildi. Hedef, iki gün içinde yürütülebilmesiydi. Deneyde kullanılan replika, 3 metre uzunluğunda ve S ton ağırlığında. Yani adadaki 1000 adet heykelin ortalama özelliklerine sahip. Heykel, adanın ilk hükümdarına ithafen Hotu iti adını taşıyor.
Hotu itinin nasıl yürütülebileceğine dair ciddi bir plan yapılması adına öncelikle üç boyutlu bir animasyon hazırlandı. Böylece heykeli “yürütebilecek” olan yöntemin fizik yasalarına uygun bir planı çıkarıldı. Bu çalışma sayesinde, halatların heykelin neresine bağlanacağı hakkında da net bir fikir elde edildi. Heykeli yürütebilmek için doğru yerden; yani göz hizasından, kesinlikle en doğru zamanda ve-fam olarak doğru bir ölçüde kuvvet uygulanması gerekiyordu. Tüm bunlar dikkate alınarak gönüllüler üç gruba ayrıldı. Heykelin sağ ve soluna, her iki tarafta da aynı gücün uygulanmasını sağlayacak şekilde iki grup yerleştirildi. Üçüncü bir grup da arkasına dizilerek, taşınma esnasında dik durmasını sağladı. Böylece yanlardaki gruplar, kavisli taban yapısını kullanarak, sırasıyla itme ve çekme gücü uygularken, arkadaki grup heykelin dengesini korumuş oldu.
Hunt ve Lipo, deneyin ikinci gününde Hotu Iti’yi yürütmeyi başardılar. Onların bu başarısı, Sergio Rapu Haoa’nın teorisini doğruluyor. Haoa sonuçları şöyle değerlendiriyor: “Burada başardığımız şey, asırlardır anlatılagelen bir senaryoyu bilimsel bir çalışmayla ispatlamaktı: Moailer gerçekten yürüyebiliyor.”
Ekolojik soykırım
Heykelin yürütülmüş olması, adanın geçmişine yeni bir gözle bakılmasını sağladı. Yok oluş konusunda aktarılan bilgiler, farklı klanların birbiriyle çelişen yorumlarından ibaret. Ada tarihinde 7 farklı klan yaşamış. Dolayısıyla ortaya birbirinden farklı 7 senaryo çıkıyor. Bunlardan bir tanesine göre; zamanla klanlar arasında daha büyük moai heykelleri yapma yarışı başladı. Taşmabilmeleri için her seferinde daha fazla kütük ihtiyacı doğdu. Bu hırs, tüm ormanları yok etmeleriyle sonuçlandı. Ormanlar yok olup, kaynaklar tükendiği zaman klanlar arasındaki çekişme şiddetlendi ve yamyamlık baş gösterdi. Bir kültürün, kaynaklarını bu şekilde sömürüp, zincirleme etkiyle kendi sonunu getirecek olan felaketleri yaratmasına ekolojik soykırım deniliyor.
Rapa Nui, bir zamanlar 25 farklı ağaç türü barındıran bir adaydı. Polen analisti John Flenley, “Kanıtların söylediğine göre, buradaki ağaçlar insanlar tarafından yok edilmiş,” diyor. Adanın çeşitli yerlerinde yapılan kazılar, önceki dönemlerde nasıl büyük bir çeşitlilik olduğunu kanıtladı. Ancak Terry Hunt ve Cari Lipo’nun deneyi gösterdi ki; Ada yerlilerinin anlattığı gibi, heykellerin yürütülerek taşınmış olması mümkün. Bu durumda, ağaçların, moailerin taşınması için kesildiği konusu tutarlılığını yitiriyor.
Arkeolog Patrick Kirch, bu geri dönüşü olmayan durumun, tarım için fazladan arazi ihtiyacı duymalarıyla başladığını düşünüyor. Polinezyalılar, denizcilikte üstün bir beceri geliştirmiş olsalar da aslında tarım odaklı bir yaşam sürüyorlardı. Tarım yapmak istiyorsanız açık arazilere ihtiyaç duyarsınız. Kirch’e göre; ormanlar onlar için lüzumsuz yer kaplıyordu çünkü temel besinlerini onlardan elde etmiyorlardı. Adaların ekolojik sisteminde insanların etkisi konusunda uzun yıllar boyunca çalışmış olan arkeolog, Adada insanların kuşları yakalayıp yediklerine dair bulgularla karşılaştık,” diyor, “Kuşları ekosistemden attığınızda, besin akışını da durdurmuş oluyorsunuz. Ve deniz kuşlarının elimine edilmesi, ormanların küçülmesini kaçınılmaz hale getiriyor. Adalardaki ormanlar bu tür kuşların varlığıyla yenilenme becerisi geliştirirler.”
Deniz kuşlarının gitmesiyle birlikte, doğal gübre de sistemden silinmiş oluyor. Bu duruma bir de tarım alanı kazanmak için ağaçların bir kısmını kestikleri gerçeğini eklersek, ormanların zaman içinde nasıl yok olduğu gayet net bir biçimde anlaşılıyor. Üstelik Hunt ve Lipo, başka bir faktör daha olabileceğine dair yeni bulgular elde ettiler. Adanın ilk yerleşim bölgesi olan Anakena sahilinde yapılan kazılar, bu sisteme ciddi zararlar verdiği anlaşılan bir canlıyı işaret ediyor: Fareler.
Böylesine yalıtılmış bir kara parçasında, yani kendi içinde dengeli fakat oldukça hassas mekanizmalarla işleyen bir yerde, fareler normalde olduklarından çok daha büyük bir tehlikeye sebep oluyor. Örneğin, adanın ekosistemi çeşitli palmiye ağaçları üzerine kuruluydu. Hindistan cevizi palmiyesi de bunların başında geliyor. Fareler, bu ağaçların köklerini yemeye başladıklarında, palmiyeler kendilerini yenileyemez duruma geliyorlar ki, bu da sonun başlangıcı oluyor. Kaynakların sınırlı olduğu ve fareleri avlayabilecek hiçbir vahşi türün yaşamadığı bir ada için bu durum açık bir felaket tablosu çiziyor. Basit bir hesapla: sadece 3-4 yıl içinde on binlere ulaşabilen bir fare nüfusu olduğunu söyleyebiliriz. Tabii fareler sadece ağaç köklerini yemekle kalmıyor, tarım arazilerine ve ürünlere de zarar veriyorlar. Adanın çeşitli yerlerinde tek tük yükselen bazı Hindistan cevizi palmiyeleri, bu istilanın izlerini hala üzerlerinde taşıyor.
Bu noktada Terry Hunt’ın önemli keşiflerinden biri devreye giriyor. Hunt, adanın farklı yerlerinde gevşek kayalarla dolu alanlar tespit etti. Şaşırtıcı olanı; bunların tarım bölgeleri olması ve taro bitkisinin geniş toprak alanlarda değil, buralarda yetiştiğine dair kanıtlar bulunması. Bu kayalar toprağın üstüne eklendiğinde, bölgede yetişen bitkiler için fazladan besin kaynağı yaratılmış. Bir başka deyişle, toprağı güçlendirmek için kullanılmışlar. Özetle, ada yerlileri bir felaketin yaşanacağını sezip, tarımın verimini arttırmak adına her yolu denemiş görünüyorlar. Bir halkın toprağa bu kadar çaba harcamış olması, savaşa çok fazla vakit ayırmadığının açık bir göstergesi.
Yamyamlık ise başka bir muamma. Böyle bir şeyin yaşandığına dair direkt bir kanıt yok. AvrupalIlar güney yarımkürede keşfettikleri yerlerde, yerli halkların yamyam olduğunu anlatıyorlardı. Çoğu kez bunu bahane ederek misyonerler yollayıp, bu toplulukları kendi istedikleri şekilde yönlendirdiler. Aslında adaya ilk ayak bastıklarında, yanlarında çeşitli hastalıklar getirmişlerdi. Bunu isteyerek yapmıyorlardı tabii ama yine de gittikleri her yere bulaşıcı hastalık götürebilmeyi başarıyorlardı. Örneğin o sıralarda Avrupa’da yaygın olan kolerayı yeni keşfettikleri adalarda, herkesin eriştiği su kaynaklarına bulaştırarak, kısa süre içinde binlerce kişinin ölümüne yol açtıkları biliniyor.
Hayat ağacı
Teoriler, ağızdan ağıza anlatılan ada tarihi, moailerin yürümesi ve gerçek bulguların birleştiği noktada şunu görüyoruz: Adanın kaderini ağaçlar belirlemiş. Bir zamanlar burada dünya üzerindeki en büyük palmiye ağaçları kök salıyordu. Polinezya kültüründe ormana “rakau” deniyor. Anlamıysa; varlık ve servet. Onlar, doğaya hayranlık duyan, onu doğru okumayı öğrenmiş ve karşısında saygıyla hareket eden bir topluluktu. Yine de eşi benzeri görülmemiş bir tükenişe imza atabildiler.
Rapa Nui, gezegenimizdeki ekosistemin mikro ölçekli bir örneğini sunuyor. Bugün aynı hatayı dünya çapında sergiliyoruz. Başta yağmur ormanları olmak üzere “gezegenin ciğerlerini” karartıyor, okyanus ve karalardaki çeşitliliği azaltıyor, diğer türleri hiç önemsemeden hareket ediyoruz. Her yıl milyonlarca ton humuslu toprak kayboluyor. Bunlar tarım için elverişli olan topraklar. Su için savaşıyor, petrol elde etmek için gezegeni sömürüyoruz. Aşırı tüketim, içinde yaşadığımız çağa damgasını vurdu.
Mesaj açık. Modern insanın, Polinezya yerlilerinden hiçbir farkı yok. Bizler de sahip olduğumuz güce güveniyor, aynı doymazlıkla yok ediyoruz. Onlar ufak bir adayı yok ettiler. Bizse koca bir gezegene zarar veriyoruz. Rapa Nui Pasifik’te izole olmuş bir ada. Bu yüzden felaketler başladığında kaçıp sığınacak yeni yerler bulmaları da mümkün olamadı. Geri dönüşü olmayan felaketleri başlatırsak bizim de kaçacak yerimiz kalmayacak. Bir zamanlar müthiş zeka ve becerilerini sergileyerek, gökyüzünü izlemesi için bu dev heykelleri dikmişlerdi. Kendileriyle gurur duymuş olmalılar. Çünkü bu gerçekten takdire şayan bir çaba. Ancak moailer, halkı yaşanacak olanlardan koruyamadı. Peki, medeniyetimizin sembolü haline gelen gökdelenler bizleri benzer bir felaketten koruyabilecek mi?