Mavi yakalı kimdir, beyaz yakalıdan farkı nedir?
Mavi Yakalılar
Mavi yakalı kimdir, beyaz yakalıdan farkı nedir, gibi sorgulamalar üzerine kafa patlatan, makaleler, kitaplar yazan birçok akademisyen veya düşünür olmuştur. Senin böyle teorik tartışmalar ve kavram tanımlarıyla kaybedecek vaktin yok.
Her konu hakkında yüzeysel birkaç kelime öğren, işini idare edecek, seni mahcup etmeyecek üç beş kelam et yeter. Unutma ki bocaladığm yerde cep telefonunla masa altından internete girip istediğin bilgiyi “hap” şeklinde alabilirsin.
Ama Türkiye için çok kabaca bir mavi yakalı tanımı yapabiliriz: Mavi yakalı dediğin adam, askerliğini uzun dönem er olarak yapmış adamdır.
Kapıcının oğludur. Banyona fayans döşeyen işçinin kuzeni, evini temizleyen kadının bacısıdır. Falancamn hem-şerisi, filancanm köylüsüdür.
Bu kategori, üretim yapan atölye ve fabrika gibi işletmelerde işçileri, ustaları ve ustabaşlarım kapsar.
Büyük çoğunluğu genç yaşta evlenmiş ve çoluk çocuk sahibi olmuştur. Senin akranın olan bazı mavi yakalıların çocukları, neredeyse senin çıtır sevgilinle aynı yaştadır. Kıt kanaat geçinen, bayramda seyranda akrabasının yanma giden, memleket dönüşü çuvalla patates, bidonla fasulye getiren, memleketten akrabaları gelen, ramazanda sektirmeden oruç tutan, çoğunluğu cumaya giden, aslına bakarsan büyük çoğunluğu gerçekten “gariban” olan bir kesimdir bu Mavi Yakalılar.
1990’lı yıllarda bir kısmının kuş serisinden -Şahin, Doğan, Serçe gibi- arabaları olurdu ve bu arabalar fabrikaların otoparklarını doldururdu… 2000’li yıllarda artık hemen hemen hiçbirinin arabasınm olmaması ne ilginç.Güya gelişiyoruz. Oysa zengin daha zengin, fakir daha fakir hale geliyor hepsi bu.
Kim bilir, belki 2020’lerde diyeceğiz ki, “Eskiden otoparklarda sadece patronlarm değil beyaz yakalıların, mavi yakalıların, memurların da arabaları olurdu…”
Çocuklar uyanın. Uyanın çocuklar.
Güzel günler göreceğiz, güneşli günler.
Sen bu kafayla gitmeye devam edersen, o günü de göreceğiz merak etme.
Şayet sen, üretim yapılan bir firmada çalışan beyaz yakalı isen genç dostum, işini yaparken muhakkak bu mavi yakalılarla da bir şekilde irtibatın olacaktır.
Bir büyüğüm derdi ki: “Gariban mı, bir tekme de sen vur!”
Bu ne şiddet bu celal yahu!
Bu kadar acımasız mı olmalıyız?
Yoksa merhamet ve şefkatle yaklaşarak halledilemeyecek iş yoktur mu demeliyiz?
Daha bu kitabın başında ne pahasına olursa olsun yükselmeyi kafaya koydun, bunun için “gereken her şeyi” yapmayı da göze aldın… Öyleyse, sırf bu adamlarla em-pati kurmak adına kendi senaryona ihanet edip farklı davranmamalısın.
Merhamet? Sen kimsin de merhamet edeceksin!
Merhamet etmek güçlü olanın, gücü elinde tutanın, bağışlama yetkisi olanın yapacağı şeydir. Merhamet kelimesi kadar adi, ikiyüzlü ve yalan bir kelime yoktur.
Merhamet edecekmiş… Zaten senin gibi bir hinoğluhine de bu yakışırdı. Merhamet etmek, zavallı duruma düşmüş birine acımak anlamına gelir. İnsanlara merhamet gösterdiğinde aslında onlara şu mesajı verirsin: “Sen zayıf, zavallı, acınası bir mahluksun ve ben bu büyük yüreğimle seni affediyorum. Hadi şimdi yıkıl karşımdan!”
îşte bu yüzden o an için affedildiğini düşünerek mutlu olan mavi yakalı, aslında kendisine yapılan aşağılama kafasına dank ettiği anda içinde sana karşı nedenini kendisinin de fazlaca tanımlayamadığı büyük bir öfke duyacaktır. Yani iyi niyetle veya kötü niyetle, ne sebeple yapmış olursan ol, bu merhamet zırvası aslmda hiç ikrama geçmeyecektir.
Merhamet, insanların gönlüne verdiğin manevi bir borçtur. Affedileni fena halde gebe bırakan, fena ezen bir borç.
Yahudiler ne der?
“Dostunu kaybetmek istiyorsan ona borç ver.”
Sen ne diyeceksin?
“Düşman kazanmak istiyorsan birine merhamet et!”
Biri bana merhamet etmek istese ona, “Ne münasebet?!” derdim. “Sen kendini ne zannediyorsun da beni affediyorsun! Hadi şimdi kes cezamı ve gideyim!”
Vaktiyle bir fabrikaya üretim danışmanlığı veriyordum. Fabrika müdürüyle proses hakkında sohbet ederken yanımıza bir mavi yakalı geldi. Üstelik adam usta statüsünde bir mavi yakalıydı. Yanımdaki müdüre saygılı bir şekilde sokularak kibarca sordu: “Mehmet Bey, bugün iki saat kadar erken çıkabilir miyim? Biliyorsunuz eşim doğum yapıyor, kimimiz kimsemiz de yok bu şehirde.”
Müdür Mehmet ne cevap verdi biliyor musun?
“Ali Usta, hanımm karnını sen mi dikeceksin? İki saat sonra gidersin, erken çıkmak yok.”
Adam kıpkırmızı oldu çekti gitti. Ben bile bu muhabbete tanık olduğum için mahcup olmuş, o an yer yarılsa da içine girsem, diye Allah’a yakarmıştım.
Sonra bana dönüp şunu demişti: “Bunlara acımayacaksın hocam. Bugün karısı doğurur, yarın anası ölür, başka gün oğlu sünnet olur. Sonu gelmez.”
“Yazık ama, hanımı doğum yapacakmış adamın. Bir ömür sizi kötü anacak. Ne geçti ki elinize?”
“Boş versene hocam. Ben üç kere anneannesi ölen işçi tanırım.”
İçimden çok kızdığımı hatırlıyorum. Böyle acımasızlık olur mu diye isyan ettiğimi de. Yıllar sonra büyük filozof Friedrich Nietzsche’nin bir kitabını okurken şu satırları bir kenara not ettiğimi hatırlıyorum:
“Birinin acısına ortak olmak, dünyadaki toplam ‘acı’ miktarını azaltmaz, aksine artırır. Bu yüzden de herkes kendi amacına odaklanmalı, kimsenin gözünün yaşma bakmamalıdır.”
Eh, boş yere efsane olmuyor insanlar. Nietzsche de büyük adamdır ne de olsa.
Adama izin vermeyerek elinize ne geçti ki, diye sorduğum müdür bana aynen şu hesabı yapmıştı: “Diyelim ki adama acıdım ve doğum yapan karısmm yanına gönderdim. İki saat erken çıkınca günlük sac levha üretimi 2000 yerine 1800 adet oldu. 200 adet eksik üretimin parasal değeri 8.000 Amerikan Doları.
Peki bu kayıp para kimin cebinden çıkıyor? Patronun.
Patron bu hesabı kime soracak? Bana soracak, çünkü ben müdürüm.
Adamın karısmm çektiği acı hafifledi mi? Hayır.
Toplam acı miktarı azaldı mı yani? Hayır.
Peki ne oldu?
O kadın yine doğurdu. Ben adamı izne gönderdim diye üretim düşünce patronun gözünde “kötü” bir müdür oldum. Ustanın performansı ve primi düştü. Patron para kaybetti. Fatura bana kesildi.
Toplam acı büyüdü.”
Şaşkınlıkla müdür beyi dinliyordum. O kadar acımasız, o kadar benmerkezci düşünüyordu ki, içimden tüm mavi yakalıları toplayıp büyük bir isyan hareketi başlatmak geçiyordu. Çalışan işçilere değil de bu gaddar ve bencil adamlara danışmanlık verdiğim için kendimden nefret ediyordum.
“Mutluluk paylaştıkça artar, acı ise paylaştıkça hafiflermiş…” Palavra!
Mutluluk, paylaştıkça anlamsızlaşır.
Acı, paylaştıkça büyür.
Merhamet etmek? Acımak?
Hadi canım! Bana kim acıyacak?
İnsanlık medeniyeti, merhamet ve affetmek üzerine kurulu olsaydı bugün aramızda sadece Homo sapiens kökenli olan biz insanlar değil, maymunumsu Neandertaller de dolaşıyor olurdu. Aman isabet olmuş o zaman, diye mi düşünüyorsun?
Neandertal ile Homo sapiens kardeşçe yaşamanın bir formülünü geliştirebilseydi… İş birliği…
Tabii ki hayır… Hırslı ve gözünü en tepelere dikmiş bir BeyazYalaka olarak bana vereceğin cevabı duyar gibiyim:
“Medeniyetimiz bir yok etme, yıkma, yağmalama, ele geçirme, zor kullanma ve sahip olma medeniyetidir. Düsturu da yapanın yanına kâr kalması düsturudur. İnsanlara acıyıp merhamet ederek milyon yıllık düzeni değiştiremezsin. Sadece kendi soyunu tüketmiş olursun.
Adamı maymun ederler, sonun Neandertallere döner, haberin olmaz.
Bu saatten sonra durduk yere insandan yeniden maymuna evrilmenin ne âlemi var?”
***
İtiraf etmeliyim, mavi yakalıların dilinden anlamak da onlara iş yaptırmak da zordur. Nasıl yaparlar hâlâ anlamış değilim ama samimi insanla sahte insanı bir bakışta çözüverirler. O yüzden genç dostum, sana tavsiyem, sırf yalakalık olsun da işimiz görülsün diyerek şiveni ve üslubunu değiştirip bu adamlara yanaşmaya kalkışmamandır. Olduğun gibi ol. Neysen onu ver. Çünkü inan bana ne yaparsan yap günün sonunda bu adamlara zaten yaranama-yacaksın.
Onlar kafalarında sana öylesine bir etiket yapıştırmışlardır ki ne yapsan bu imajı yıkamazsın. Hiçbir nedenleri olmâdığı halde senden hoşlanmazlar. Senin kılık kıyafetine imrenirler. Takım elbisene, kravatına ve cilalı ayakkabılarına bakarlar ve arkandan en ağır cümleleri kurmaktan çekinmezler. Belki o ayakkabıyı alacak paraları olabilir ama nerede giyecekler? Torna makinesinde çalışırken veya bir keresteyi zımparalarken nasıl takım elbise giysinler? Paraları olsa bile asla senin gibi olamayacaklarını bilirler. Bu yüzden bir beyaz yakalı, mavi yakalı ile ilişkisi daha başlamadan beş sıfır mağluptur.
***
Bebek’te bir kahvaltı sofrası…
Her biri bir şirkette beyaz yakalı çalışan olan arkadaşlarımla güneşli bir kış günü Bebek’te kahvaltıya gidiyoruz. Kahvaltı sonunda keyifle Türk kahvelerimizi içiyor ve gazete okuyoruz. Bir gazetenin pazar ekinde Hindistan’daki kast sistemini anlatan bir yazı okuyorum ve arkadaşlarıma anlatıyorum: İnsanlar eş ve iş seçimlerini ait oldukları sınıftan yapabiliyorlar. Peki ait oldukları sınıflar nasıl belirleniyor? Tamamen doğuştan. Kast siteminde sınıf, sonradan elde edilen veya bir liyakate göre belirlenebilen bir şey değildir. Sınıflar arası geçiş yasaktır. Eş de, iş de doğuştan kendi sınıfınızdan belirlenir, ve başka sınıftan seçilemez.
“Abi çok acayip ya!” diyor bir arkadaşım.
Gazeteden okumaya devam ediyorum.
Dört sınıf varmış, diyorum:
Entelektüeller ve rahiplerin olduğu sınıf: Brahmanlar.
Askerler, soylular ve bürokratların sınıfı: Kşatriyalar.
Tüccarlar ve toprak sahiplerinin sınıfı: Vaişyalar.
İşçiler ve kölelerin sınıfı: Şudralar.
Bir de hiçbir sınıfa ait olmayan, toplumun en alt tabakası kabul edilen, hiçbir hakkı olmayan, insan dahi kabul edilmeyen Parya denen grup var.
Üstelik eş seçimi de binlerce yıldır aynı smıf içinden yapıldığı için, insanlarm tiplerinden de kolaylıkla anlaşı-labiliyormuş hangi sımfa ait oldukları. Kabaca bir ifadeyle, üst sınıflara doğru çıkıldıkça ten rengi açılır, alta doğru inildikçe koyulaşırmış. Yani anlayacağınız, Paryalar biraz esmer olurmuş.
Ekibi bir gülme alıyor. “Oğlum,” diyor bir tanesi, “aslına bakarsan bu sınıf sistemi bizde de var.”
Hah diyorum içimden, uyanıyorsunuz işte.
Bilgi özgürlüktür.
Yaklaşık üç aydır iş aramakta olan, kabaca “işsiz” olan diğer arkadaşım cevap veriyor:
“İyi de abi bizim sistemimizde sınıflar arası geçiş mümkündür. İş yoluyla veya eş seçimiyle smıf atlanır veya düşülür. Bu adamlar ise nasıl doğarlarsa öyle ölmek zorundalar. Biz çalışarak ve başararak sınıftan sınıfa geçebiliriz. Bizde bir ‘seçim’ söz konusu.”
İkisi de haklı. İkisi de haksız.
Aslında Hindistan’daki bu katı kast sistemine rağmen, çok az da olsa smıftan sınıfa geçişler olabiliyor. Aynen biz-deki gibi. Bizde de sıfırdan gelip çok çalışarak bir yerlere ulaşma hadisesi artık çok ender görülen bir durum olmasına rağmen, zirvelerden iflas edip en dibi görmek ve smıf değiştirmek son günlerde yaygınlaştı.
İş hayatı böyle ama ya sınıflararası aşk hayatı? Zengin kız-fakir oğlan eşleşmeleri?
İşte bu dostum, artık hiç işitmez hale geldiğimiz bir durumdur. Kapitalizm yalnızca bir ekonomik sistem zannedilir. Oysa ilk vurduğu yine aşk olmuştur.
Kast sisteminde evlilik yoluyla sınıflararası geçiş teorik olarak yasak, pratikte ise mümkündür.
Kapitalizmde evlilik yoluyla sınıflararası geçiş teorik olarak mümkündür ama pratik hayatta yasaktır.
Kast sisteminde hür iradeyle seçim söz konusu değildir. Kapitalizmde ise seçim söz konusudur. Ancak seçeneklere dikkatlice baktığınızda sadece “A şıkkı”nın olduğunu görürsünüz.
Tekten seçmeli.
Usta işi bir hile.
Baş İblis’in elinden çıkmış!
Sonuçta her ikisi de en ağırından sınıfa dayalı sistemlerdir. Bana kalırsa, kast sistemi en azmdan niyetini baştan açıkça belirttiği için, kapitalizmden daha dürüst bir sistemdir.
Bugün artık kapitalist sömürü sisteminin varlığının tartışılır bir yanı kalmamıştır. Artık tartışılan şey, sistemin alt başlıklarının neler olacağıdır.
Biz de kahvaltı sohbetimizde bunu tartışıyoruz.
Evet, bir işçi ve köle sınıfı kapitalizmde de var. Kahvaltı masamızın ana fikri, biz beyaz yakalıların bu köle ve işçi sınıfı olan “Şudra” sınıfından olduğu yönünde. Ama bir sorun var: Bizden çok uzakta gördüğümüz mavi yakalılar, onlar nerede?
E onlar da “Şudra” smıfmda. Hatta iş arayan arkadaşımız şu anda boşta olduğu için kast sistemine göre en dipteki sınıfa, “Parya”ya düşüyor. Dikkatle baktığımızda masanın en esmerinin de o olduğunu görüp gülüşüyoruz. Hindistan’da olsak sınıflararası geçiş yasak olduğundan adam “Şudra” olarak kalmayı ve en azından alt smıfa düşmemeyi garantilemiş olacaktı aslında!
İşi olan arkadaşımm isyanı ise mavi yakalılarla aynı sınıfta olmamız: “Yahu böyle şey olur mu!” diyor.
Olmaz mı, diyorum. Türkiye’deki kanunlara göre bile aynıyız. Birileri “emekçi” deyince siyasi bulup sinirleniyorsunuz ama kanundaki tanım zaten bu artık. Plaza emekçisi ile fabrika emekçisi kanunlar önünde aynı kategorideler.
Bugün 657 sayılı kanunda artık bir mavi yakalı-beyaz yakalı ayrımı yok. 4A, 4B, 4C veya 4D, hangi statüye girerseniz girin, başında “4” olan bir “Şudra” sınıfı üyesisi-nizdir.
Peki bu iyi bir şey midir, kötü bir şey midir?
Ne bileyim ben! Bilsem kitabın başlığını öyle koyardım.
Masada derin sessizlik.
Bu sessizlik ve kışın ortasında, denizden yansıyan, pazar günümüzü ışıl ışıl aydınlatan güneş…
Kahvelerimizin büyülü bir iksir gibi tüten kokusu…
Eh, bu kadar Hint felsefesi ile de birleşince, Nirvana’ya ermemiz artık an meselesi!
Biz modern kast sistemindeki gezintimize devam edelim…
Bir mavi yakalının babası da bir mavi yakalıdır.
Bir beyaz yakalının babası da bir beyaz yakalıdır.
Bu iki durum dışındaki olasılıklar çok nadiren yaşanır ve yaşandığında da genelde gazetelere konu olur:
Köylü babasının zorluklar içinde okuttuğu falanca bey şimdi filanca bankanın genel müdürü oldu.
Ne kadar göz yaşartıcı ve gurur verici bir tablo! “Bu sistemde nerede olursanız olun, bir şekilde ‘yırtma’ şansınız var,” mesajını ne kadar da güzel veriyor.
Tam tersi de olabilir:
İyi (!) bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelen filanca, şimdi bir inşaat şantiyesinde güvenlik görevlisi olarak hayata tutunmaya (!) çalışıyor.
Yine göz yaşartıcı ve ibretlik bir hikâye. Bunun alt metninde ise diyor ki: “Oğlum akıllı olun, düzene uyum sağlayın yoksa sürünürsünüz!”
Bu sistem içerisinde kıra döke, yaka yıka en tepeye yükselmeyi kafasına koymuş bir Beyaz Yalaka olan senin, mavi yakalı denen bu er ve erbaş takımıyla iş yaparken en çok dikkat edeceğin konu, üslubundur, işçisine emir verip de sözünü geçirememiş ve madara olmuş nice Amerika diplomalı BeyazYalaka “loser” tanırım.
Peki bu adamlara nasıl iş yaptırabilirsin?
Bunun birkaç yolu vardır…
Örnek olarak şunu verelim: “İşçinin yaptığı işi, işçi kadar iyi bileceksin.”
Bu bir yoldur. Ama uzun bir yol. Biz bir işi iyi öğrenebilecek kadar vakit kaybetmek istemiyoruz. Kariyer basamaklarını üçer beşer atlayarak hızlıca tırmanmak ve layık olduğumuz o en tepelerdeki koltuğa bir an önce o pembe beyaz kıçımızı koymalıyız.
O zaman sana şunu verelim: “İşçinin ihtiyacı olan şeyi iyi bileceksin.”
Bu da bir yoldur. Öncekinden daha etkili sonuçlar alabileceğin bir yoldur üstelik.
Mesela, muhakkak hasta bir akrabaları veya yakınları vardır. Tanıdık bir doktor gerekiyordur. Senin doktor tanıdığın yok muydu? Al işte, adamı sana gebe bırakacak bir durum. Bu açıklarını bil, çöz ve kullan.
Ya da siz beyaz yakalılarda bazen kendi firmanızdan, bazen de iş yaptığınız firmalardan eşantiyon olarak gönderilen ajandalar, kalemler, takvimler ve türlü işe yaramaz zerzevat vardır. Elindeki bu tip zerzevatları gözüne kestirdiğin bazı mavi yakalılara hediye et, arkana yaslan ve aranızdaki ilişkinin gözlerinin önünde nasıl geliştiğini seyret!
Firmanın birinde kapıdaki güvenlikçi Kazım’a neredeyse çeyrek asır önce staj yaparken verdiğim üç kuruşluk bir ajandanın hatırı halen devam etmektedir. Zaman zaman eski mesai arkadaşlarımı ziyaret etmek için öylesine bir uğradığım bu şirketin kapısında bana hiç kimlik sorulmaz. Çünkü güvenlikte hâlâ aynı adam çalışmaktadır.
Gözü yükseklerde bir Beyaz Yalaka olarak senin için değersiz ama onlar için değerli nice şey vardır. Bul bu zaaflarını ve tatmin et.
Belki içten içe seni yine sevmezler ama unutma, girdiğin yolda gerçekten sevilmek gibi şeyler senin için artık önemli değil. Nasıl olsa menfaatleri devam ettiği sürece işyerindeki her isteğin sihirli bir el tarafından yerine getirilir. Diğer beyaz yakalılar senin bu forsuna hayretle bakarken, amirlerin ise mutludur, çünkü atölyede yaptırılması gereken işleri sana verdiklerinde sen o işleri hemen yaptırabiliyorsundur.
Sakın ha ofisteki diğer BeyazYalakalara, bu adamlara iş yaptırmanı sağlayan küçük sırrmdan bahsetme. Çeneni tut. Bindiğin dalı kesme.
Bu çeneyi tutma meselesini sakın yabana atma. Bugün kafana uyan ve her öğlen birlikte yemek yemeye başladığın o adam, yarın en büyük düşmanın olabilir. Ki olacaktır da. Ne gerek var malzeme vermeye?
Psikolog bir arkadaşım, son zamanlarda en çok arüş yaşanan hasta grubunun “kendi kendine konuşanlar” olduğunu söylemişti bana geçenlerde. Kimsenin kimseyi dinlemediği ve karşı taraf konuşurken onu dinlemek yerine kendi konuşma sırasını beklediği bir dünyada bu sonuç normaldi. Bunu anlıyorum.
Bu rahatsızlıktaki yükselişin gerçek nedeni, artık anlattıklarımızı aleyhimize kullanmayacağından emin olduğumuz, içimizi her zaman rahatlıkla açabileceğimiz hiçbir dostumuzun kalmaması olabilir mi acaba?
Boş ver bu duygusal sorgulamaları. Böyle şeylerle işin olmaz artık, sen çoktan seçtin yolunu.
Sonsuza dek ateş dolu bir çukurdu istediğin, öyleyse alacağın şey de onun formülü.
Konumuza geri dönelim ve sana mavi yakalıları muma çevirecek en güzel yolu anlatayım müsaadenle.
Mavi yakalı kabilesi insanlıktan pek anlamaz.
Yani?
Yanisi, işçinin ağzına sıçacaksın!
Olmaz mı? “İnsan olana yakışmaz” mı diyorsun?
Eh, bunu yapmayı tercih edene “insan” deniyorsa hâlâ, neden yakışmasm? Sen o sapağı çoktan geçtin, unutma…
Bu en emin yoldur. En kısa yoldan ve en etkili sonuçları bu şekilde alırsın.
Bir mavi yakalmm canını yakmak için karşına birçok fırsat çıkar. Adam bir hata yaptığında senin önünde iki seçenek belirecektir: Ya bu hatayı önemsemeyip yola devam edeceksin veya sonuna kadar götürüp anasından emdiği sütü burnundan getireceksin.
Affetmek mi? Affetmenin sana bir faydası olacağını mı sanıyorsun? Sana müteşekkir mi olacaklar?
Nah olurlar!
Ustasını çocuğunun doğumuna göndermeyen müdürü hatırla. Ne demişti?
“Bunlara yaranılmaz…”
Bir mavi yakalının hatasım affettiğin anda, bu haber işletmede bir saman alevi gibi yayılır. “Ne güzel işte, iyi bir insan olduğumu bilmelerinin nesi kötü” mü diyorsun?
Arkandan, “Helal olsun, büyüklük yapmış” mı diyecekler?
Unut gitsin. Yok öyle bir şey.
Öyle bir şey demeyecekleri gibi, aksine, diğerleri de birer birer aynı hatayı yaparak seni test edecekler. Ali’yi affettin. Veli’yi affettin. Seni yumuşak buldular, hepsi aynı haltı yemeye başladı ve sen bu duruma yeter artık deyip aynı hatayı yapan İbrahim’i affetmedin.
İşte bu iyice boka sardığının resmidir. Bu sefer hem “yumuşak huylu” hem de “adaletsiz” damgası yedin. Artık herkesin gözünde ikiyüzlü, sinsi ve adi birisin.
Resmen adam kayırıyorsun.
Ne oldu?
Adamı affettin.
Aslmda ne oldu?
Kendi konumunu zedeledin. Artık ne yapsan dikiş tutturamazsın o fabrikada.
Başa dönelim…
İkinci senaryo: Mavi yakalı bir hata yaptı ve sen adama kesinlikle acımadın.
İşte “bingo” diye buna derim ben!
Adamı bin beter et. Çalıştığına değil, yaşadığına pişman et. Müdürlüğü alman yakın demektir.
Zaten asgari ücretle çalıştırılan, kanı emilen, dibine kadar sömürüldüğü yetmiyormuş gibi bir de üç kuruş parayla ailesini geçindirmeye çalışan bu adama aman ha merhamet etme. Ağzına sıç! Bu öyle efsanevi bir ağza sı-çış olsun ki, tüm mavi yakalılar arasında kulaktan kulağa dolaşsın, dilden dile söylensin, nesilden nesle aktarılsın.. Namın yürüsün BeyazYalaka, namm!
“E yüzlerine karşı namım yürüyor da, arkadan anama sövüyorlar, gölgeme tükürüyorlar? Nasıl iş bu?”
Olsun, sen de koskoca müdür oldun ama!
Aklıma eski bir şarkı sözü geliyor…
Köyden kaçıp zengin ve ünlü olmak için her yolu deneyen, her pisliğe bulaşan, nihayetinde kendini satan ama sonunda bunu başaran bir genç kızın hikâyesini anlatıyor: Sık sık deneme filmi çekiyorum Kamera da nerde göremiyorum Kız anne valla artiz oluyorum Mektubunda baban kızgın diyorsun Ay baba ne var yani, ne oluyorsun Duydum ki çifteyi dolduruyorsun Cihangir’de ev aldım, haberin olsun Hello Malatya ne var ne yok orda ***
Peki, günün birinde mavi yakalılara karşı artık egemenlik kurduğunu nasıl anlayacaksın?
Mesai arkadaşın olan diğer bir beyaz yakalı, fabrikaya işi düştüğünde araya seni koyarak işlerini çözmeyi deniyorsa bu işi başardın demektir.
Peki fabrika veya atölyesi olmayan, yani üretimin olmadığı bir işyerinde hiç mavi yakalı yok mudur?
Olmaz mı.
Sektörün ne olduğunun bir önemi yok; bu bir banka da olabilir, bir danışmanlık şirketi de. Çoğunluğun beyaz yakalılarda olduğu bu gibi ofis ortamlarında da mavi yakalılar vardır. Ofisboy, çaycı, temizlikçi, şoför gibi tayfalar hep bu grubun adamlarıdır.
Yolda neyle karşılaşsa silindir gibi ezerek üstünden geçecek kadar tutkulu bir Beyaz Yalaka isen, buralarda da formül değişmez. Fabrika ortamında çalışan mavi yakalılar için verilen tavsiyelerin hepsi ofiste çalışanlar için de geçerlidir: ezmek, bin beter etmek, uluorta rezil rüsva etmek…
Uluorta olması önemlidir, çünkü ibret-i âlem diye bir şey vardır ve birini sallandırdın mı gerisi muma döner.
Ama çok çok dikkat etmen gereken bir şey var hırslı dostum: Sen bir mavi yakalının ağzına sıçarken, senin gibi bir başka BeyazYalaka (ki genelde dişidir) bu duruma müdahale edip araya girer ve mavi yakalıdan yana tavır alırsa, işte o zaman işler sarpa sarar: Ofisteki hava öyle hızlı değişir ki, sen daha ne olduğunu anlamadan kendini ofisteki en adi adam pozisyonunda bulursun; araya giren diğer BeyazYalaka ise çoktan kahraman olmuştur bile…
Ola ki bu dikkati gösteremedin ve iş oraya kadar vardı, ne yaparsan yap o BeyazYalaka’yla herhangi bir tartışmaya girme, aman ha polemiğe saplanma. Sadece kibar ama yeterince de sert bir üslupla kendi işine bakması gerektiğini ifade et ve bu tutumunda ısrarcı ol. Avını avlamışsın, boynu dişlerinin arasında, sen tam can çekişen avına son darbeyi vurmaya hazırlanırken, şimdi bu sırtlan geldi ve avmı elinden almaya çalışıyor. Diğer aşağılık sırtlan sürüsü Beyaz Yalakalar da bu lider alfa dişisinin arkasında.
Boşver. İlgilenme. Muhatap olma. Duyma. Avını dişlemeye devam et. Bu senin en doğal hakkın.
Önce sesler azalacak, itirazlar sönükleşecek ve nihayetinde tamamen dinecek. İşte o zaman sen avınla baş başa kalacaksm ve onunla işin bittikten sonra, sıra elbette o lider alfa dişisine de gelecek. Kimse merak etmesin.
Nice yöneticiler, koskoca genel müdürler gördüm, sütlü kahveleri için süttozu yerine gerçek süt kullanılmasını istiyor, ancak bunu ofisin çaycısına bir türlü yaptıramıyor-lardı.
Bir genel müdür yardımcısı, şoföründen arabasını her hafta sonu yıkatmasını istiyordu. Ancak altı ay boyunca bir kez bile bunu yaptıramamıştı. Ne zaman hiddetlenip bu isteğini yinelese, şoförü bin bir bahane üretip neden bunun mümkün olamadığını anlatıyordu. Genel müdür yardımcısının halini görsen acırdın. Çünkü adam haklıydı ama âcizdi.
Peki şoför bu gücü nereden alıyordu?
Mavi yakalıların burnu çok iyi koku alır dostum: Eğer şirkette birini ısırmaya yeltenip de ısıramadıysan bunu ilk duyacak kişiler mavi yakalılardır. Haber veba gibi yayılır ve en ücra departmanda, en kıyıda köşede kalmış mavi yakalıya dek ulaşır. Namın lekelenmiştir bir kere, bu leke saman kâğıdına damlayıp yayılan mürekkep gibi silinemez ve geri döndürülemez bir şekilde alnının ortasına yerleşir.
Danışmanlık verdiğim şirketlerin birinde agresif bir genel müdür yardımcısı, sudan bir sebeple bir çaycıyı işten kovmaya yeltenmiş, firma patronu ise köyden hemşerisi olan bu çaycının kovulmasına izin vermemişti. Şov yapayım derken madara olduğuyla kalan bu genel müdür yardımcısı için zor günler başlıyordu artık, çünkü mavi yakalılar mesajı açık ve net olarak almışlardı: Koskoca genel müdür yardımcısı, o saatten sonra “tırı vırı” adamın biriydi artık…
Sakın bu duruma düşme hırslı arkadaşım. Birini ısıracaksan, onu gerçekten koparabilmelisin. Isırdığın yerden kan akıtamayacaksan, asla deneme. Asla hırlama, diş bile gösterme… Tam aksine, sadece bekle. En uygun an nasıl olsa gelecektir.
Hem bu ayaktakımını yönetemeyeceksen kimi yöneteceksin sen? Çok daha eğitimli ve anasının gözü Beyaz Yalakaları mı? Şoföre işini yaptıramayan, kapıdaki güvenlik-çiye höt diyemeyen bir sineği kim şirketine yönetici yapar ki?
Kim?
Gerçekten yumuşak biri misin, yoksa kibarlık edip kalp kırmamaya mı çalışıyorsun?
Hem amacın nedir arkadaşım senin?
Neden insanlıktan, medeniyetten, saygıdan bahsediyorsun? O yolu çoktan geçtiğimizi sanıyordum.
Ezmezsen ezilirsin, bu kadar basit. Kimse senin gözünün yaşma bakmayacaktır. Kurumlar taştır. Binalar taştır. İnsanlar, patronlar, yöneticiler taşlarm arasındaki harçlardır. Hiçbiri duygu taşıyan bir canlı değildir, aksine ruhu olmayan birer nesnedirler. Merhamet etmek veya birinden merhamet beklemek gibi duygusal triplere gireyim deme, rezil rüsva olursun.
Hem zaten tek işi kahve yapmak olmasma rağmen bunu yaparken nazlanan bir çaycı parçasmı sonuna kadar ezmeye hakkın var, öyle değil mi?
Herkes haddini bilecek! Bilmeyene de elbette sen bildireceksin gözüpek dostum.
***
Vaktiyle, danışmanlık yaptığım firmalardan birinde şirketin genel müdürünün odasında oturmuş kendisiyle sohbet ediyorduk. Bu beyefendi çevresinde oldukça iyi tanınan ve çok başarılı bir yöneticiydi. Binlerce kişinin çalıştığı bu şirketin yöneticiliğine getirildiğinden beri şirketin kârlılığı ve cirosu hızla yükselmekteydi. İşler yolunda gittiği için patron memnun, yönetim kurulu memnun ve dolayısıyla genel müdür de memnundu. Ama nedense bu memnuniyet zinciri, büyük balığm küçük balığı yuttuğu beslenme zincirindeki en zayıf halka olan mavi yakalılara kadar ulaşmıyordu.
Genel müdür bana, “Sevgili danışmanım gel seninle işletmeyi gezelim,” dedi. Genel müdürle beraber şık takım elbiseli, her biri üç dört dil bilen çakı gibi çocuklar ve son derece alımlı giyinmiş birçok genç kızın çalıştığı ofis ortamından üretimin olduğu kısma geçtik. Üretim yapılan yerin halini görünce, birkaç saniye içerisinde Belçika’dan Bangladeş’e ışınlanmış gibi olmuştum.
Ofiste tanık olduğum, yarı İngilizce yarı Türkçeden meydana gelmiş o garip dili konuşan beyaz yakalı gençlerin şoku henüz tazeyken, atölyede aşağı yukarı toplam 45 kelimeyle bütün hayatını geçiren mavi yakalılarla karşılaşmak beni kendime getirmişti. Tam bir sosyal şoktu bu. Aradaki sosyal uçurumdan daha derin olan ekonomik uçurumu ise birazdan görecektim.
İşletmedeki mavi yakalıların haline baktığınızda, hiç de öyle işlerin iyi gittiği ve müthiş kârlar elde edilen bir işyeri havası yoktu ortada.
Aralık ayıydı, fabrika ısıtılmamıştı ve atölye kısmı buz gibiydi. Aydınlatma lambaları kırık dökük, ışık yetersizdi. Üretim yapan makinelerden korkunç bir gürültü çıkıyordu, ancak kimsede kulaklık yoktu. Soluk alıp verdiğimiz havada yoğun bir metal tozu vardı. Kurşunun tadı insamn damağına ve genzine yapışıyordu, oysa kimsede koruyucu filtreleri olan bir maske falan da yoktu.
Biz fabrikayı dolaşırken, genel müdür bana eserini anlatıyor, fabrikanın büyüklüğü, çalışan sayısı ve yapılan yatırımın dolar cinsinden maliyetini aktarıyordu.
Ne zaman yüksek teknolojili bir makinenin yanma gelsek, makinede çalışan eli yüzü yağ içindeki makine operatörü kenara çekiliyor, operatörün kendisine veya tulumuna temas etmemeye çalışan şık genel müdürümüz de heyecanla makinenin başına geçip bilgisayar destekli bu aletlerin monitörlerinden bana birtakım rakamlar gösteriyordu.
Makinenin yanına gittiğimizde de, ayrılırken de makine operatörü ve genel müdür arasında herhangi bir selamlaşma veya sohbet yaşanmıyordu. Bu durum biraz moralimi bozduğu için bazı operatörlerle “kolay gelsin”, “iyi günler” gibi cümlelerle göz teması kuruyor, başımı hafifçe öne eğerek selamlaşıp gülümsüyordum.
Cirosu milyar doları bulmuş bu işletmedeki devinim gerçekten göz kamaştırıcıydı. Ama mavi yakalıların her biri bezgin, mutsuz, yorgun ve ürkekti.
Yine bir seferinde makinelerin arasmda turlarken, genel müdür bana bir şey anlatmak için işçilerin birinden çekiç istedi. İşçi kısa bir süre ortadan kaybolduktan sonra geri döndüğünde, elinde çekiç yerine bir pense vardı. Makinelerin gürültüsü yüzünden kendisinden isteneni yanlış duymuştu. Genel müdür ne yaptı dersin? İsteğini bu defa biraz daha yüksek bir sesle tekrarladı mı diyorsun? Tabii ki hayır. İşçinin elinden penseyi aldı, büyük bir öfke ve şiddetle yere fırlattı.
Büyük saygısızlık değil mi?
Değil!
O işletmede daha sonraları bir süre üretim damşmanı olarak çalıştım, oradaki tüm işçiler ve ustalarla beraber yemek yedim, çay ve sigara molası sohbetleri yaptım. Hepsinde de genel müdüre karşı inanılmaz bir saygı vardı. Adamı sevmiyorlardı belki ama, “Adam işi biliyor abi,” diyorlardı. Arkasından küfür edeni duymadığım gibi, ne zaman genel müdür içlerinden birine hafifçe gülümsese dünyalar onun oluyordu.
Güce tapma mı? Korku mu? Yoksa rehinelerin kendilerini rehin alanlara bağlanıp âşık olması benzeri bir Stockholm Sendromu durumu mu?
Bu işin adı nedir, kimyası, fiziği, psikolojisi nasıl işler bilemiyorum. Muhakkak uzmanlar bu durumu benden çok daha iyi analiz edeceklerdir.
Günah mı? Evet.
Umurunda mı? Hayır!
Çünkü sen bir karar verdin.
Bir gün o genel müdürün koltuğunda oturma kararı verdin. O pahalı sitede aylığı sekiz-on bin dolara oturma kararı verdin; tıpkı senden on beş sene önce o genel müdürün verdiği gibi.
O yüzden şimdi vicdan muhasebesi yapmadan yoluna devam edeceksin.
O işyerinde işçiler asgari ücretle çalıştırılıyorlardı. Aşağı yukarı bir yılı tamamlayan işçilere kanunen zam yapılması gerektiğinden, o işçi senede bir işten çıkarılıp tekrar işe sokuluyordu. Böylece ne tazminatı birikmiş oluyordu ne de zam hakkı doğuyordu. İçeri işçi sendikaları girmesin diye usta ve ustabaşıları genel müdür tarafından sürekli arpalamyorlardı.
Hoş, sendika gelse ne olurdu ki. Ne işletmeler gördüm, işçilerin firma yönetimiyle anlaşan sendikalar tarafından inim inim inletildiği.
Milyar dolar ciroya ulaşan ve kârlılığı her geçen gün artan bir şirket ve işçilerin haklarım yiyen, maaşlarını bir gün daha nasıl geciktiririzin peşinde koşan bir yönetim anlayışı…
Fabrika turumuz bittikten sonra, fabrikadan ofislerin olduğu binaya yeniden döndük. Genel müdürümüz telsiz telefonla çay ocağmı arayarak kendisi ve benim için iki Türk kahvesi ve iki limonlu soda söyledi. Ben de bu arada soğuk işletmede gezerken buz tutan ellerimi biraz ılık suya sokmak ve tuvalet ihtiyacımı gidermek için tuvaletin yerini aramaya koyuldum. O gün o işyerindeki danışmanlığımın ilk günüydü. Tuvaletin nerede olduğunu ararken, kahvelerin yapıldığı çay ocağının önünden geçmiştim.
Çay ocağında ne gördüm dersin? Çay ocağında çalışan kadın, az sonra genel müdürümüzün masasına götürülecek olan kahvelerin içine tükürüyordu!
Gözlerime inanamadım. Önce tükürdü, sonra bir güzel karıştırarak özenle pişirdi.
Birkaç dakika sonra genel müdür, mis gibi kokular saçan köpüklü Türk kahvesini höpürdeterek içerken, ben dişime bir ağrı girdi bahanesiyle sadece sodayı içmekle yetinmiştim.
O noktada artık tek dileğim, limonlu sodanın temiz olmasıydı.
İşte düzenin özeti budur genç arkadaşım. Bu düzende eğer en tepeleri hedefliyorsan, bir gün bir mavi yakalı ile işin olduğunda, “Dur şu adamcağıza insan gibi davranayım, sıcak ilişki kurayım ve hem işimizi yapalım hem de insanlığımızdan olmayalım,” deme, fena çuvallarsın. Böyle bir muameleye alışık olmayan mavi yakalı, senin insanca yaklaşımını bir zayıflık olarak görecek ve anında istismar edecektir.
Ve bir gün bakmışsın ki, o pislik genel müdürün her emrine uçarak itaat eden ve onu doğru anlamak, fırça yememek için gözlerinin içini taslayan bu adamlar, sen konuşurken sana götlerini dönüyorlar.
Sen Gandi değilsin. Sen Che Guevara değilsin. Sen bir halk önderi değilsin. Sen bir beyaz yakalı çalışansın. Senden beklenen şey, bir işi vaktinde ve doğru şekilde yapmandan başka bir şey değil. Senin kendinden beklentin ise zaten çok daha büyük.
Bırak bu merhamet işlerini.
Kır dök yağmala!
Seni gören sopasmı arkasma saklasm.
Seninle dalaşmaktansa, çalılığı dolaşmayı tercih etsin.