Özgür İrade Gerçek mi Yoksa Yanılsama mı?
Farklı kamplar
17. Yüzyıl felsefesinin en iyi bilinen rasyonalistlerinden Baruch Spinoza, Etika adlı eserinde özgürlüğün paradoksal bir durum olduğunu belirtiyor, akıl tabiata aykırı hiçbir şey isteyemez, diyordu: “Özgür irade yoktur. Nefsin bir şeyi ya da başka bir şeyi istemesi belirli nedenlerle gerçekleşmiş olup, o nedenler de başka bir nedenle ortaya çıkmıştır ve bu sonsuza kadar böyle gider.” Spinoza, Dennett ve Rovelli’nin açıklamaları birbirlerine oldukça benzemekte. Bu yaklaşım, moleküler seviyede aslında bir hayli deterministik olduğumuzu savunuyor. Yani aslında mikroskobik determinizmle özgür irade birbirleriyle tezat oluşturmadan bir arada çalışan bir sistem gibi davranıyor olabilir. Ancak buna ne kadercilik ne de gerçek özgürlük adını veremiyoruz. “Bir bakıma özgür olduğumuz ve kararlarımızı bu güçle verdiğimiz konusu kesinlikle doğru. Fakat bu kısma takılıp kaldığımızda yaptığımız seçimlerin sebeplerini görmezden gelmiş oluruz” diyor Carlo Rovelli.
Ancak yine bir başka ünlü fizikçi; Perime-ter Enstitüsü’nden Lee Smolin, Rovelli’nin çok önemli bir noktayı gözden kaçırdığını düşünüyor. Tabii ki her birimiz doğanın bir parçası olduğumuzdan hedef ve seçimlerimiz de doğa yasalarına uygun gerçekleşmeli. Öyleyse oldukça değişken bir faktör olan “tecrübenin kişisel niteliği” (qualia) de yine doğanın kendisinden mi geliyor? Örneğin, yeni kesilmiş bir portakalı ele alalım. Etrafa yayılan kokusunun hepimizde yarattığı duygu, düşünce ve anılar farklıdır. Bu da her bir tecrübenin sübjektif olduğu anlamına gelir. İşte Smolin’in sorduğu soru bu. Ve cevabın da atomlarda ya da beynimizdeki nöronlarda olduğunu düşünmüyor. Evet, kişiliğimiz, duygularımız, düşüncelerimiz nöronların kurduğu bağlantılarla şekilleniyor olabilir. Ama olağanın dışında yeni bağlantılar kurmaya başladıklarında bizi biz yapan her şey değişebiliyor. Örneğin farklı bakış açısı geliştiriyor ya da anılarımızı daha farklı yorumlamaya başlıyoruz. Eğer tüm nöronlarımız anlaşıp, “Şu andan itibaren daha önce hiç kurmadığımız bağlantılarla iletişime geçeceğiz” diyecek olsaydı, bir gün bambaşka biri olarak uyanabilirdik. Dolayısıyla nöronların davranışlarına bakarak özgür irademiz olup olmadığını söyleyemeyiz. Smolin’e göre ortada hala büyük bir muamma var ve bunu nöronlar düzeyine inerek cevaplayamıyoruz.
Aslında özgür iradeyi açıklamayı hedefleyen iki ana görüş mevcut. Örneğin, Daniel Dennett, özgür iradenin ve ahlaki sorumluluğun birbirlerine bağlı olduğunu ama tüm bunlarla determinizmin bir arada varolabileceğim savunuyor. Bu görüşe “bağdaşırcılık”denmekte. Kabaca tanımlarsak determinizm ve özgür iradenin bir arada olabileceğini savunan bu kamp, bir yandan da özgür iradenin sandığımız gibi geniş bir özgürlük alanı olmadığını söylüyor. Dennett, bilincin nöronların aktivitele-rinden başka bir şey olmadığını düşünüyor. Buna rağmen özgür irade geliştirebilmiş olan tek türüz ve bunu ondan önce geliştirmiş olduğumuz öz benlik algısına borçluyuz. Ona göre tüm bu süreç iletişim becerilerimiz sayesinde oluştu. Doğruyu yanlıştan ayırabiliyor olmamızı da toplumlarımıza borçluyuz. Birbirimizle konuşabiliyor olmamız, yaptığımız seçimleri açıklamamıza olanak tanıyor. Hatta böylece birbirimizi etkileyip ikna edebiliyoruz. Buradan doğan gücü benlik algısıyla birleştirdiğimizde özgür irade olarak algıladığımız şey ortaya çıkıyor. Aslında hem bu özgürlüğe sahibiz hem de oldukça determinist bir evrende yaşamaktayız, diyor, Dennett özetle. Tabii bu yaklaşımda özgür irade tamamen beyinde yer alan bir süreç olarak açıklanıyor. Peki, beynin tam olarak neresinde? Eğer öz ya da benlik olarak tanımladığımız yerdeyse bu nerede?
Dennett ve bazı sinirbilim uzmanları bunun beyinde tek bir yerde konumlanmadığını ileri sürüyorlar. Fakat bugüne dek izi sürülemediği gibi, yapılan araştırmaların hiçbirinde beynin herhangi bir bölgesinde diğerlerinden daha farklı, daha öz benlik dolu bir aktiviteye rastlanmadı. Aksine, araştırmalar karar verme mekanizmasının birçok farklı (sanal) katmandan oluştuğunu gösteriyor ve koşullar değiştikçe bu süreç de tamamen farklı şekillerde gelişebiliyor.
Başka bir bakış açısına göre; determinizmin olduğu yerde örgür irade diye bir şey olamaz. Tamamen bu konuyu ele alan son kitabı Özgür İrade’de (Free Will) oldukça iddialı bir yaklaşımla bu görüşü savunan ünlü sinirbilim uzmanı Sam Harris’in açıklamaları kendisiyle aynı fikirde olan birçok bilim insanı ve filozoftan övgüler almıştı. Harris, “bağdaşmazcılık” olarak adlandırılan tarafta yer alıyor ve kitabında özetle şunları söylüyor:
İnsanların tüm seçimleri beyinlerinde önceden belirlenmiş olduğu için özgür irade diye bir şey olamaz. Yaptığımız her bir seçim önceden belirlenmiş koşullarla gerçekleşiyor. Örneğin; öğrenilmiş sosyal beceriler, kaygılar, genetik olarak devraldığımız eğilimler, kültür, arkadaş çevresi veya toplumsal yükümlülükler gibi bir takım faktörler üzerinden değerlendirme yapıyoruz. Günümüzde sinirbilim uzmanlarının birçoğu bu yaklaşımı destekliyor. Hatta son zamanlarda yapılan bazı deneyler, biz bir karar verdiğimizin farkına varmadan evvel beynimizin bu kararı çoktan verip onayladığını bile gösterdi.
Bilinç konusu gündeme geldiğinde akla hemen geliveren birkaç isimden biri de Steven Pinker. MIT Beyin ve Bilişsel Bilimler Profesörü Pinker da Harris’le aynı tarafta; “Nasıl bir makinenin içinde onu yönlendiren bir hayalet yoksa özgür irade diye de bir şey yok. Davranışlarımız beynimizdeki bir takım fiziksel süreçlerin sonucudur.”
Harris ve Pinker, kararlarımızı beyin ve bedenlerimiz aracılığıyla tamamen fiziksel olarak gelişen bir süreçte aldığımızı savunuyorlar. Niyet ve düşüncelerimiz geri planda saklanan birçok veri üzerinden, biz farkında bile değilken şekillenmeye başlıyor. Dolayısıyla bu süreçte bilinçli bir çaba sarf etmediğimiz gibi, beynimizde verilmiş olan kararın farkına vardığımız ana kadar da durumun bilincinde olamıyoruz. Özetle; sandığımızın aksine seçimlerimizde hiç de özgür değiliz. Harris’in kitabında bu kısmı açıkça yer almasa da bağdaşmazcılık görüşünün en çarpıcı kısmı şu: Seçimlerimizi özgür iradeyle yapmadığımız için aslında hareketlerimizden de sorumlu olamayız.
Tam bu noktada işler biraz daha karışıyor. Öyleyse ahlaki açıdan uygun olmayan ve hatta hukuki anlamda ceza gerektiren davranışlarımız için nasıl sorumlu tutulabiliriz?
Amerikalı bilim tarihçisi ve yazar Michael Shermer, Pinker ve Harris’in yaklaşımına sıcak baksa da bazı noktaların eksik olduğunu düşünüyor. Özgür iradeyi farklı bir tanımla ortaya koyuyor Shermer: “Farklı yaklaşımlar geliştirebilme yöntemiyle bir dürtüyü bastırma gücü.” Örneğin diyet yapan birinin tüm çekiciliğine rağmen bol kalorili bir hamburger yerine salatayı tercih etmesi gibi. Bu durum, beynimizdeki bir çok nöral itkinin bizi belli bir şekilde davranmaya veya seçim yapmaya ittiği anda ona karşı koyup farklı bir seçeneğe yönelmemizi sağlıyor. Dolayısıyla bu açıdan yaklaşınca ahlak sorunu da çözülmüş olabilir. 2007 yılında Marcel Brass ve Patrick Haggard tarafından gerçekleştirilen bir araştırma, beynimizdeki nöral ağın bu tür itkilerin yanı sıra ayrıca bir de kontrol yapısı oluşturduğunu, bu sayede diğerlerine ket vurup farklı bir seçim yapabildiğimizi gösterdi. Ama yine farklı bir seçim yaptığımızı söylerken aslında beynimizde önceden oluşturulup bize sunulan bir çıkış yolunu kullanmış oluyoruz. İşte bu nedenle, Shermer’a göre özgürlüğe sahibiz ama belli bir derecede. Çünkü en azından şunu biliyoruz; beynimiz bir karar alıp bize onu dayatmıyor, yanında bir de farklı alternatifler sunuyor. Shermer bunu “abartıdan uzak özgür irade” olarak tanımlıyor.
Büyük muamma
Amerikalı bilim yazarı ve matematikçi Martin Gardner, “Özgür iradenin ne olduğunu sormak, zamanın ne olduğunu sormaktan farksızdır” demişti; “Bu, aklın ermeyeceği, asla çözülemeyecek bir gizem.” Aslında açıkça ortada olan bir şey var: Bir insanın zihinsel süreçlerini gerçekten anlayabilmek için önce bilincin sırlarını çözebilmek gerek. 20 yıl öncesine göre teknolojik açıdan daha gelişmiş olduğumuz için beynin tüm süreçlerini izleyebiliyor ve nöronların akti-vitelerini belirliyor olabiliriz ama zihinsel aktivitelerimizin sadece ufak bir bölümü bilinçli aşamada gerçekleşmekte. Bir de biz farkında olmadan gelişen süreçler var. Sinirbilim uzmanları, bilincimizin dışında gelişen bu zihinsel süreçlerin diğerlerinden çok daha fazla olduğunu düşünüyorlar. Yani aslında modern bilim, Sigmund Freud’un konu hakkmdaki düşüncelerini doğruluyor. Ama Freud sadece bilinç dışı süreçlerin daha sık yaşandığını söylemekle kalmamış, bir de davranışlarımızı belirleyen asıl faktörün bu süreçlerde gizlendiğini açıklamıştı.
Özgür iradeye sahip miyiz, yoksa öyle olduğu yanılgısına mı kapılıyoruz, bilinmez. Bü soruyu cevaplamanın kolay bir yolu yok. Tüm karmaşıklığına rağmen insan beyninin fiziksel anlamda tahmin edilebilir bir sistem olduğu da su götürmez bir gerçek. Ancak fiziksel olarak ele alan süreçlerin determinist oluşu, resmin tamamını yansıtmaktan uzak. Diğer taraftan henüz bilincin beynin kendisinden ayrı bir mekanizma olduğu da ispatlanabilmiş değil. Demokritos’tan bu yana bilimsel anlamda çok uzun bir yol kaydettik. Ama bilim insanları ve filozofların özgür irade hakkmdaki birbirinden farklı açıklamalarına baktığımızda aslında aynı gerçeklerin farklı yorumlandığını görüyoruz. Kuantum mekaniğinin olasılıklara dayanan gücü de açıklayıcı olmaktan ziyade konuyu biraz daha karmaşık hale getiriyor. Tıpkı Seth Lloyd’un ifade ettiği gibi; “Laplace’ın Şeytanı gerçekten bu evrende vücut bulmuş bir varlık olsaydı, bırakın evreni tahmin edebilmeyi, kendi seçimlerinin sonucunu bile hesaplayamayacağınm farkına varırdı.”
Tuna Emren