Robotik Teknoloji
PEPPER, sözsüz sosyal ipuçlarını da okuyacak biçimde tasarlanmış. O cep telefonu mağazasında bana baktığında, başına entegre edilmiş algılayıcılar yüzümü tarıyor. Diğer algılayıcılar ise ses tellerimdeki gerilimi ölçüyor. Pepper bu veriyi, içinde bulunduğum duygu durumunu tahmin edebilecek beceride, karmaşık bir bilgisayar programına iletiyor. Pepper, bir davranışının olumlu tepki gördüğünü algılarıyla saptarsa, daha sonra tekrarlıyor ve böylece robot, zaman içinde beni nasıl memnun edeceğini öğreniyor.
Pepper’ın hesaplama becerisi kısıtlı olduğundan, mühendisler robotu bir yetişkinden çok çocuğu andıracak biçimde tasarlamış. “Yetişkinlerin konuştuğu her şeyi anlamayan çocuklar vardır” diyor Hayashi, “ama çocuklar etraflarındaki yetişkinleri mutlu etmeye çalışır. Çocuklar çok konuşur, çünkü yetişkinlerle aynı zihinsel kapasiteye sahip olmadıklarından, onları mutlu etmenin en iyi yolunun konuşmak olduğunu bilir. Aynısı Pepper için de geçerli.”
Tüm bu numaralar sonuçta aynı kapıya çıkıyor: Hepsi de bu ufaklığın benimle takılmak istediğini, onun bir dost, bir müttefik olduğunu gösteriyor. “Önemli olan” diyor Hayashi, “kabul görmek, Pepper tarafından anlaşıldığını ve onun tepkilerinin bunun üstüne kurulduğunu bilmek.” Bazılarının yapay empati de dediği bu anlama yanılsaması, robotikçilerin kullanmayı tasarladığı “evrimsel düğme”ye basıyor. Kimi robotlar parmaklarını bile kaldırmadan bunu yapabiliyor.
İnsan ile makine arasında bir ilişki kurmak için Pepper kadar sofistike bir şeye gerek yok. Robotların insansı görünümde olmasının öneminden bile emin değiliz. Tufts Üniversitesi’nde İnsan – Robot Etkileşim Laboratuvarı’nm müdürü olan Matthias Scheutz, daha şimdiden Roomba elektrikli robot süpürgelerine karşı duygular besleyen (Scheutz’un tabiriyle “tek yönlü bağ” kuran) insanlar olduğunu söylüyor.
“İnsanlar Roomba’larına karşı minnettarlık duygusu besliyor” diyor bilim insanı. “Robotun çok çalıştığını ve dinlenmeye gereksinimi olduğunu düşünüyorlar. Robot için temizlik yapıyorlar. Onu tatile bile çıkarıyorlar. Çok absürt görünüyor. Roomba insana benzemiyor, fakat bizim için iyi bir şey yapıyor ve hareket edebildiği için de özerk bir şahıs gibi görünüyor.”
Sosyal robotik öncüsü Cynthia Breazeal, aynı anda MIT’nin Kişisel Robot Grubu’nun da yöneticisi ve IRobot firmasının da aynı şeyle karşı karşıya kaldığını söylüyor. Deneyimli savaş gazileri, bomba imha robotlarının tamir edilmesi için teknikerlere yalvarıyor. “Kimi askerler ağlayarak geliyor, ‘Lütfen robotum Scooby Doo’yu tamir edin, hayatımı ona borçluyum,”’ diyor. “Bunlar çok kuvvetli duygusal bağlar. Üstelik söz konusu olan, sosyalleşmeye çalışmayan uzaktan kumandalı bir bomba imha robotu. Bu, insan deneyiminin bir parçası ve birbirimizle ve dünyayla nasıl ilişkiler kurup bunları devam ettiğimizi gösteriyor. Bizler son derece sosyal varlıklarız.” Böylesi bir bağ kimilerine göreyse can sıkıcı. MIT’in Teknoloji ve Benlik Girişimi’nin başkanı olan Turkle, robotların bir ilişki yanılsaması sağladığını öne sürüyor. Turkle aynı zamanda da insanlar arası ilişkilerde zorlanan bazı insanların, dostluğu robotlarda aramasından korkuyor. Tuft’tan Scheutz, kendini bunalımda hisseden yaşlıların, bir robotun eylemlerini yanlış yorumlarsa veya robot, insan sinyallerini okumakta başarısız olursa, daha da olumsuz etkilenebileceğini öne sürüyor. “Bu etkileşimlerin aksaması için o kadar çok sebep var ki” diye de ekliyor.
BU KORKULARIN Japonya ’da bir karşılığı yok. Batı uluslarının aksine, burada birçok insan, en başından beri robot kavramıyla iç içe. Hornyak, bunun bir sebebinin ülkedeki Şintoist gelenek olduğunu söylüyor. Bu din, Japon kültürüne çok derin bir ani-mist (ruhçu) inanç aşılamış. Böylece, cansız nesnelerin kişiliği ve ruhu olduğu düşünülüyor. Japon folklorunun ve mitlerinin içine gömülmüş olan bu geleneği bugün bile Tokyo’da görebiliyorsunuz. Şehrin bir parkında gözlük anıtı olduğunu söylüyor Hornyak. Sensoji Tapınağı’nda ise insanlar her yıl, miadı dolmuş iğneler için tören düzenliyor. “ABD’de kemerler için yapılmış bir anıt bulabilir misiniz?” diye de soruyor. “Hiç sanmıyorum.”
Hornyak, yakın geçmişin de bunda rol oynadığı görüşünde. Batıklar robotlara şüpheyle yaklaşıyor. Onları birer istihdam katili ya da modern teknolojinin insanı insanlıktan çıkaran etkisinin simgesi gözüyle bakıyor. Terminator ve HAL’ı bizler yarattık. Oysa çoğu Japon, inanılmaz derecede popüler bir süper kahraman robot olan Astro Boy’a (Yıldız Çocuk) ve robot manga kedisi Doraemon’a bayılıyor. Bu iyi niyetli robot karakterlerin birçoğu 2. Dünya Savaşı sonrası yaptırımları arasında ortaya çıkmıştı. “Ülkenin 2. Dünya Savaşı’nın sonunda maruz kaldığı şok ve yıkım, çağdaş, ileri teknoloji ürünü, parlak ve hızlı şeylere karşı bir hayranlık ve aşk başlattı” diyor Hornyak. “Bu tekrar ayağa kalkıp ülkeyi yeniden inşa etmenin bir yoluydu.”
Astro Boy, çıkışından 60 yıl sonra bile Japonya’da robotik araştırmalarının çizgisini belirliyor. Future Üniversitesi’nden Mat-subara, “Hâlâ Astro Boy’u geliştirmek istiyorum” diyor. “Benim hayalim, insanlara doğduklarında bir robot tahsis edilmesi. Bu robot hem kişisel fedai hem de dost olacak ve çocuğun deneyimlediği her şeyi kaydedip anımsayacak. İleride o çocuk evlendiğinde, robot yine ona gereksinim duyduğunda yardım edecek. İnsan yaşlandığında robot bu sefer onun bakımını üstlenecek ve son yolculuğuna uğurlayacak. Mezardan beşiğe” diyor, “tek robot, tek insan.”
Kül rengi ve yağmurlu bir sabahta, Japonya – Yokohama’daki Umegaoka Uzun Dönem Bakım ve Sağlık Tesisleri’nde 100 civarı yaşlı hasta, mağarayı andıran, yerleri muşamba kaplı kafeteryada oturuyor. Japon usulü, 1950’lerin blues müziği yayılıyor hoparlörlerden.
Bazı hastalar camdan dışarıdaki trafiği seyrediyor. Diğerleri resim yapıyor ya da televizyonda pembe dizi seyrediyor. Birkaç tanesi alnını masaya dayamış uyuyor. Birçoğu ise boş boş bakıyor.
Birkaç hasta, tekerlekli iskemlesini Umegaoka’nın gözde terapistini görmek için bir masaya yaklaştırmış. Genç bir hastabakıcı odaya iki adet tüy yumağını andıran, kar beyazı robot yavru fok getiriyor. Bunlardan birini, pembe kazak giymiş, seksenli yaşlarındaki bir demans (bunama) hastasının kucağına bırakıyor.
Hastanın ağzı kulaklarına varıyor. Boynunu uzatıp göz teması kurmaya çalışan, şirin sesler çıkaran fokun kulağına eğiliyor, “Ağlama” diye fısıldıyor ona. “Ağlama sakın. Herkes sana bakıyor…
Ah, ne kadar da şirinsin böyle.” Sonra foku masaya koyup onun saçlarını fırçalamaya girişiyor.
Başka yerlerde daha yeni yeni başlasa da, Japonya’daki huzu-revlerinde daha şimdiden bir insan – robot toplumu kavramının tutunduğunu görüyoruz. 2025’te ülke nüfusunun %30’unun yaşlı olacağı tahmin ediliyor. Oysa 1990’da bu rakam %12’ydi. Bu demografik değişim yaklaşık 2,4 milyon adet hastabakıcı gerektirecek. Bu da işten çıkma oranının çok yüksek, maaşlarınsa düşük olduğu hastabakıcı piyasasının %50 büyümesini gerektiriyor. Diğer ülkeler de er ya da geç aynı manzarayla karşılaşacak fakat Japonya hem sorunun ölçeği hem de ülkenin yaklaşımı bakımından benzersiz. Başka ülkelerde yaşlıların bakım krizini çözmek için hemen göçmenlik koşulları gevşetilirdi. Japonya ise başka bir çözümü yeğliyor: robotlar.
Bu yaz, Japon başbakanı Shinzo Abe, “robot devrimi” gerçekleştirmek için bir görev gücü kurulduğunu açıkladı. Bu da robotların daha fazla hizmet sektörüne girmesi ve robot piyasasının üç katına çıkması demek. Umegaoka tesislerinin de bulunduğu Kanagawa Eyaleti’nde hükümet yetkilileri daha şimdiden huzurevlerinde üç türden robot kullanımına fon sağlamış: Felçli hastaların rehabilitasyonu için elektrikli bir dış iskelet, hastalara Tai Chi hareketlerinde kılavuzlu eden yarım metrelik, iki ayaklı bir robot ve son olarakda tek işi sevmek, sevilmek ve duygusal destek vermek olan bebek fok Paro.
Waseda Üniversitesi’nde robotikçi olan Takanori Shibata, bebek fokları doğal ortamlarında gözlemleyip kaydetmek için Kuzeydoğu Kanada’da bir yüzer buz sahasına gitmiş. Robot bu sesleri taklit etmekle kalmıyor, göz kontağı kuruyor, dokunuşa, gıdıklamaya karşılık veriyor, yüzleri anımsayabiliyor ve olumlu tepki yaratan eylemleri tekrarlayabiliyor. Shibata, tıpkı evcil hayvanlarla yapılan terapide olduğu gibi, Paro’nun da depresyonu ve anksiyeteyi hafifletmek için kullanılabileceğini söylüyor. Fakat Paro ölmüyor, beslenmesi de gerekmiyor.
Yokohama’daki bir huzurevinde bir hemşirenin Paro’yu tekerlekli iskemledeki, doksan yaşında bir kör adamın kucağına koymasını izliyorum. “Nedir bu?” diye soruyor adam. Sonra, fok kucağına sokulunca adam da neşeyle bağırıp onu sımsıkı göğsüne bastırıyor ve dişsiz ağzını açarak gülüyor.
Başhemşire Yasko Komatzu beni kenara çekip bir öykü anlatıyor. Bundan kısa süre önce gelen bir hasta sürekli koridorlarda dolaşıyor, diğer hastaların odalarına girip çıkıyor ve ilgisini çeken nesneleri topluyormuş. En sevdiği hedeflerden biri ise, tüm eşyalarını kompulsif bir biçimde düzenleyip bir araya getiren bir hastaymış. Hırsızlıkların sonunda kıyamet kopmuş. “Kurban avazı çıktığı kadar bağırıyordu” diyor Komatzu. “Fakat diğer hasta, onun neye bu kadar kızdığını anlayamıyordu. Personel araya girmeye çalıştıysa da sorunlar devam etti. Diğer hastalar sürekli bağrış çağrıştan rahatsız olmaya başladı.”
Paro’nun gelişi tüm hastalar, özellikle de bu çok gezen hasta üstünde sakinleştirici bir etki göstermiş. Kadın, yavru fokun üçüncü kattaki ortak salonda onu beklediği söylenince dolaşmayı bırakıyormuş. Ziyaretim sırasında bu hastayı Paro’ya bir şeyler mırıldanırken, tüylerini kibarca fırçalarken gördüm. İzlediğimi fark edince beni yanma çağırdı. “Paro sana, ‘Seninle tanıştığıma çok sevindim’ diyor” dedi. Sonra ağırbaşlı bir tavırla gülümseyip tekrar robotuyla ilgilenmeye koyuldu.