Sıradan Birikimlerle Yönetici Olunamaz
Eski yönetici anlayışı çoktan tarihin çöplüğüne gitti. Çağdaş şirketlerin tepe yöneticileri kendi aklını takımın aklıyla paylaşarak yükseliyor. Ortak aklın en büyük değer olduğuna inanıyorlar…
YÖNETİCİLİK olgusu önce kendi çalışanları için geçerli olan bir kavramdır. Gerçek yöneticiler kendi astlarının verimli olması için çalışır, takım bilincini yüceltirler. Yöneticilik zoraki güç gösterisi yapmak değil, sorumluluğunu üstlendiği takımı güçlü kılmaktır. Kendini olduğundan büyük gösterme tutkusuyla yanıp tutuşan yöneticiler küçüğünden büyüğüne her şirkette vardır.
İşte arşivimde kalmış bir hikâyeyi ‘en büyük benim’ diyen aşırı kültürlü(î) yöneticiler adına bir kez daha hatırlıyorum. Yanlarına kimseyi yaklaştırmayan; yok olmaları halinde şirketin batacağına inananlar için umarım kulaklara küpe olacak sıra dışı bir öyküdür anlatacaklarım.
PARİZYEN SENDROMU
Dün gibi hatırımda. Onu kariyer çizgimde genç yaşlarımın başında tanıdım. Galiba ellili yaşlarını devirmek üzereydi. Güya sert bir kişiliği vardı. O günlerin en sevimsiz sinema kahramanlarına benzetirdim onu. İlk çalıştığım şirketlerden birinin taviz tanımaz genel müdürüydü. Fransa’ya ve Fransızlara hayrandı. Yönetim toplantılarında ‘Baudelaire’den dizeler okur, Verlainc’i analiz eder, sırf gösteriş için sık sık ‘Eluard’ ve ‘Aragon’ muhabbetleri yapardı. Kendini yönetim konularında ispat edemediği için adeta teatral tutkularla sözüm ona bu tür gösteriler yapmayı huy edinmişti.
Avrupa’da okumuş, gençliğini Paris’te geçirmişti. Şair ‘Louis Aragon’un devam ettiği kafenin en sadık müşterisi olmakla övünürdü. Her hafta yaptığımız koordinasyon toplantılarında şirket sorunlarından çok, kendisinin ne kadar kültürlü olduğunu ispat etme hırsıyla uzun tiratlar geçer, güya felsefi konulara girip bize garip gelen dizeler okurdu.
Tüm bu gösterilere rağmen onda entelektüel birikimin inceliğini hiçbir zaman göremezdim. Oysa hem değerlerimiz hem de kültür olarak paylaşabileceğimiz çok sayıda ortak noktalarımız olabilirdi.
Yönetimde alaycı bir tavrı vardı. Müdürlerden şeflere herkesi sürekli aşağılayıp hırpalardı. Sertliği çoğu zaman biz çalışanlarda komik çağrışımlar yaratırdı. Nedense kendi altında çalışan yöneticilere biraz taviz verdiğinde onların hemen şımarıp kendisiyle yüzgöz olacağına inanmıştı.
Özellikle bana karşı haşin ve acımasızdı. Dikkatle hazırladığım emek dolu raporlarıma şöyle bir bakar, uzunca süre duraksar, ani bir kararla mırıldanıp gözümün içine bakarak masasının bir köşesine atardı.
KİMİ KOMPLEKSLER DÜZELMEZ
Bir seyahatimizde uçak yolculuğu boyunca benimle hiç konuşmadı. Güya lütfen göz attığı, ikide bir sayfalarım asabi tavırlarla çevirip durduğu gazete onu tatmin etmemişti. Bunu kendince ciddiyet adına yaptığını yapay mimiklerinden anlıyordum.
Havalimanından şirket aracıyla otelimize giderken inadına sürücünün yanına oturmama hiç itiraz etmedi. Ona göre şoför yanma oturmak yöneticiler için affedilemez bir tavizdi. Tam ofise girerken aniden bana çektiği diskurla bunun bağışlanamaz bir yönetim hatası olduğunu haykırdı.
Dönüş yolculuğumuzda yine suskun ve aşırı ciddiydi. Havadan sudan bazı sorularıma cevap vermiyordu. Oldum olası kendine göre boş konuşmalardan hiç hoşlanmazdı.
Yolculuk bu sıkıntılı atmosferde sürerken ileride yaşamımın yönünü değiştirecek bir gelişme oldu: Aniden ‘Siz Rochefoucault’yu tanır mısınız?’ diye sordum. (François de La Rochefoucault 17.
Yüzyılda yaşamış insanlık erdeminin ortak değer olduğuna inanmış Fransız ahlak savunucusu) Hemen yüzündeki çizgiler yumuşadı, yüzüme şaşırmış bir ifadeyle ‘elbette’ dedi. Sonra aniden gözlerini kısıp küçümser bir ifadeyle ‘Hayret! Sen nereden biliyorsun bakayım şu Rochefoucault’yu’ diye sordu.
‘Sizin kadar engin bilgim yok; onu derinlemesine analiz etmem mümkün değil elbette efendim’ dedim. ‘Bir cümlesine takıldım da’ diye ekledim ve ses tonumu değiştirerek devam ettim: Bir eserinde ‘Rochefoucault şöyle diyor:
“Zoraki bilgelik, insan erdeminin kusurlarını gizlemek için kimilerinin kullandığı uydurulmuş bir davranıştır”
Bunu lütfen açıklar mısınız?
Bir anda yüzü allak bullak oldu. Durdu, düşündü, derin bir nefes aldı, kıpkırmızı kesilmişti. Dişlerinin arasından konuşarak ‘Evet, şimdi değil; bunu sana İstanbul’a varınca açıklayacağım’ dedi.
İstanbul’a kadar tek kelam etmedik. Havalimanında kendisini bekleyen şoförlü arabasına hiç konuşmadan birlikte yürüdük. Asık bir suratla mırıldanarak bindi ve uzaklaştı. Hoşça kal bile dememişti.
Evet, öykünün sonrasını tahmin etmek mümkün: Güya ihtiyaca ilişkin birkaç neden, uzaklarda bir yere tayin edilmem için sudan gerekçeler, alaycı ve haşin talimatlar. Neyse ki benim lügatimde istifa denen bir müessese vardı da bu hikâye sonlanmış oldu.
TAKIM ÇALIŞMASI HER ŞEYDİR
Bu anekdotu neden aktardım? Günümüzde bir sosyal medya furyası hemen her şeye bulaşmış durumda. Sosyal statüsü ne olursa olsun, neredeyse herkes kendini giderek karmaşıklaşan bilgi evreninin yaratıcısı sanıyor.
Bugün de ‘en iyisini ben bilirim’ öykünmeciliğinde sınır yok.
Özellikle kimi üst düzey yöneticiler astlarıyla birebir iletişim kurmadan yıllar süren unvanlarını korumaya çalışıyor, nedense dijital alemin dışında keşfedilmekten korkuyorlar.
Dün yukarıdaki öyküde olduğu gibi kendini entelektüel gösterme çabası içinde olanlar vardı, bugün de sosyal medyayı kalkan olarak kullanıp kendisini öne çıkaran bazı yöneticiler var. Hemen hepsi bilgisayarlarını, elektronik haberleşme araçlarını güya bir orkestra şefinin değneği gibi kullanıp alkışların kendi üzerlerinde toplanmasını istiyor.
Dün ile bugün arasındaki üst düzey yönetici tavrı pek değişmemiş görünüyor. Dün altında çalışan kişileri ‘aşırı entel olmanın yüceliğiyle (!)’ efsunlayanlar vardı; bugün emri altında bulunan bireyleri robotlaştıranlar…
Günümüzde yöneticilik yüz yüze iletişim mantığı dışında daha çok dijital dünyanın sunduklarıyla yapılıyor. Arada yeni çağın kabulleri ile kendini yönetici sayanların kalıplaşmış dijital illüzyonları var.
Oysa takım çalışması ve takımın önderliğini rol model prensibiyle yürütmek esas. Dijital alemden toplanmış bilgileri sağa sola satmakla kültürlü olunmuyor. Çünkü gerçek anlamda kültür yoğun eğitimle kazanılan bir değer.
İkinci Dünya Savaşı sırasında sert tutumuyla ünlenmiş bir komutan bile iş alemine örnek olacak şu ifadeyi kullanmış zamanında:
“Altınızdaki bireylere nereye gideceklerini öğretip, oraya nasıl ulaşacaklarını kendi kararlarına bırakırsanız sonuçlar daima harika olacaktır. Disiplin insanları aynı hizaya sokmakla değil, bireylerin karar almalarına olanak sağlamakla gerçekleşir!”
Ünlü yönetim gurularından Peter Drucker ise bir eserinde şöyle diyor:
“Sorumluluğu yüz yüze paylaşarak karar vermek yönetilen insanlarda olumlu heyecanların uyanmasını ve bu heyecanların koşulsuz sahiplenilmesini sağlar”
Sözlerimi yine Peter Drucker’dan anlamlı bir alıntıyla sonlandırıyorum:
“Şirketlerde yöneticilik bilgelik kokan renkli şovlarla kazanılamaz. Siz ancak takımınızdaki bireyleri güçlü kılıp, onları güçlü olduklarına ikna ettiğiniz zaman yönetici unvanını hak edersiniz!”
NUR DEMİROK