Pazarlama Reklam

Ülkelerin adıyla anılan ürünler ve sağlığımız…

Uluslararası sosyal algıda ülke propagandasını önce gıda sektörü yapıyor. Bazı ürünlerimize ‘Türkiye’ etiketiyle sahip çıkmamız şart. Bu alanda pek çok potansiyel ürünümüz var…

ÖNCE birkaç not: Son araştırmalar beslenme alışkanlıklarının insan sağlığım büyük ölçüde etkilediğini gösteriyor. Bu gelişme tüketim kalıpları ile girişimsel düşünceleri yeniden değerlendirmeyi zorunlu kılıyor. Yüzyılın başında ciddi ataklar yapan gıda endüstrisi bu gelişmelere göre yeniden vaziyet almak zorunda.

Örneğin son aylarda ortaya atılan ve gıda endüstrisinde çokça kullanılan ‘palmiye yağı’ tartışmasında akademik odaklı görüşmeler zaten sürüyordu. Başta çikolata olmak üzere; paketlenmiş unlu mamuller ile çoğu raf ürününde palmiye yağı var. Kısaca ‘palm yağı’ da denilen bu ara madde hakkındaki iddialar -hayvansal olanlar da dâhil- diğer tüm yağlar için geçerli. İşin ilginç tarafı, kaliteli palm yağları bile bugün ülke adlarıyla bütünleşiyor.

Kişisel inancım, türü ne olursa olsun yüksek ısıl işlemlere uğrayan tüm yağların doğal yapısı bir ölçüde bozulabiliyor; fakat süreğen hastalıklara yol açabilecek sonuç yaratmıyorlar. Uygulamada dramatik sonuçlar ancak yoğun tüketimlerde ortaya çıkıyor.

Dolaysıyla palm yağı için ortaya atılan iddiaların maksatlı, çoğu zaman da geçersiz olduğunu düşünüyorum. Amaç, büyük plantasyonlara sahip yüksek yağ verimi içeren palmiye ağaçlarına alternatif yeni bitkisel yağ türlerinin geliştirilmesinin önünü açmak ve bazı ülkelerce organize edilen tarımsal girişimciliği başka yerlere taşımak. Yani işin içinde bilmediğimiz başka unsurlar var.

Ülkelerin adıyla anılan ürünler

SOKAK SÜTÜYLE BU ÇARK DÖNMEZ

Bir başka olumsuz iddia ise son zamanlarda kutu sütler üzerinde yoğunlaşıyor. Bu iddia yıllardır güvenle kullanılan ‘UHT’ tekniğini bahane edip, yoğun enfeksiyon riski içeren ‘sokak sütü’ne yeniden yol verme amacını taşıyor. Paradoksal biçimde sağlık temasını kullanarak yapılan bu propagandanın amacı henüz tam belli değil. Son yıllarda sayıları hızla artan çok küçük işletmelerin daha ucuza süt sağlamaları için yapılan bir kurgu olabileceği söylentisi var.

Şu bir gerçek ki; ‘UHT’ (Ultra High Temperature) tekniği sütün 135 derece sıcaklıkta sadece iki-üç saniye tutulup hızla soğutulmasından ibaret yıllarca uygulanan bir teknik. Raflarda güvenli ve sağlıklı süt bulunmasının kolaylığı tam da burada…

Böylece hijyenik biçimde ambalajlanan sütler mikroplardan arındırıldığı için daha uzunca bir süre steril kalabiliyor.

Çok değil bundan 40 yıl öncesine kadar büyük kentlerimizin çoğunda ‘Verem Hastaneleri’, ‘Verem Sanatoryum’ları vardı. Sebep, tüberküloz olarak bilinen salgın hastalıkların çoğunun -pastörize edilmeyen sütler dâhil- bazı hayvansal ürünlerden insanlara bulaşmasıydı. Üstelik ‘brusellozis’, ‘antraks’ gibi korkutucu mikrobik hastalıklar da hep sıradaydı. Bugün süt arzında yüksek miktarda talebi karşılamak için ancak iki ya da üç gün dayanabilen pastörizasyonun yerini ‘UHT’ tekniği aldı. Yıllardır tüm dünyada olduğu gibi bizde de başarıyla kullanılıyor.

İHRACAT ÜLKE ALGISIYLA GELİŞİR

Asıl konumuza dönüp yoğurtla devam edelim? Bilindiği gibi yoğurdun ana vatanı Türklerin yaşadığı topraklar. Tüm dillere mal olmuş ‘yoğurt’ sözcüğü bu gerçeğin tartışmasız en büyük delili. Orta Asya steplerinden itibaren bu mucize ürünün adını bizzat Türkler vermiş. Bazı dillerde ‘yoghurt’ adıyla anılması ise o dildeki fonetik zorunluluklardan.

Benim tecrübelerime göre yoğurdun sahtesi, yapayı, benzeri de yok. istense de olamıyor. Çünkü sütü mayalayan yararlı organizmalar canlı. Yıllarca birkaç cins dışında hiç değişime uğramamış. Her yoğurt zamanla ekşiyor içindeki maya kültürüne göre karakteristik lezzetini kazanıyor.

Ulus olarak bu konuda en büyük şansızlığımız, ismi ve cismiyle patenti tamamen bize ait olan Orta Asya kökenli özbeöz ‘Türk’ menşeli yoğurda zamanında ‘Türk Yoğurdu’ diyemeyişimiz.

Maalesef bugün dünya piyasasını -ihracat da dâhil olmak üzere- Yunan imajı ele geçirmiş durumda. ‘Greek Yoğurt’ bir dünya markası olarak yalnız dillerde dolaşmıyor; temelde yoğurda yabancı olan bir milletin uluslararası sosyal algıda özel propagandasını yapıyor.

Elbette kültürlerin gıda boyutunda birbirini tamamladığına inanıyoruz: İki benzer kültür arasında ‘bureki? (börek), ‘musakka’, dolmades’, ‘keftedes’ (köfte) gibi onlarca isim değiş tokuşu yaşanmış ve yaşanmakta. Lâkin yoğurda gelince bu böyle değil; o Türk adıyla özdeşleşmiş, ‘Türk’ü ve ‘Türkiye’yi akla getirmesi gereken bir ürün.

ULUSAL MARKALARA SAHİP ÇIKMAK…

Dahası da var… Bugün ülkemizde üretilen yoğurtlarda kullanılan mikroorganizmaların çoğunda ‘lactobacillus bulgaricus’ geliyor. Bulgaristan kökenli bir yoğurt kültürü maya çeşitlerinden biri.

Sütü laktik asit fermantasyonu yoluyla yoğurda çeviriyor. Bulgarlar bu adı öne sürerek Yunanlıların yanı sıra yoğurdu aslında kendilerinin keşfettiğini söyleyip duruyorlar.

Demek ki her şey patenti bize ait olan bir ürünü zamanında ‘Türk’ ya da ‘Türkiye’ etiketiyle pazarlayamamış olmamızdan kaynaklanıyor. Üstelik mayalanma şekli biraz değişmiş olan, bugünün diliyle ‘probiyotik organizma’ içeren ‘kefirde de durum aynen böyle. Onun adı aslında ‘Kefir Yoğurdu’ ve özbeöz bir Türk ürünü.

Ne hikmetse ona da kimi zaman Ruslar sahip çıkıyor.

Sözün özü şu: Kronik hastalıkların tavan yaptığı; birçoğunun da beslenme kaynaklı olduğu anlaşıldığına göre, günümüzde bazı kategorilere ‘Türkiye’ etiketiyle sahip çıkmamız şart. Yukarıda sözünü ettiğim ve artık sıradan bir ara ürün olan ‘palm yağı’ bile başka yerlerde işlenmesine rağmen dünyaya ‘Malezya Palm Yağı’, ‘Endonezya Palm Yağı’ etiketiyle pazarlanıyor. Dolaysıyla, bırakın endüstriyel bir ürünü; uç noktadaki tüketiciye ulaşan her gıdaya ulusal menşe adı vermek şu sıralar çok önemli.

Basit bir Arap spesiyalitesi olan ‘humus’(hummus)’a bile Lübnan, Tunus ve Fas sahip çıkıyor, bunun kendilerine özgü ‘milli ağız tadı’ olduğunu iddia ediyorlar. Susamdan yapılan tahinle lezzetlendirilmiş bu nohut ezmesi Lübnan’ın; dolaysıyla Beyrut’un propagandasını yapıyor. Hem Amerika’da, hem Avrupa ve Uzakdoğu’da!

Unutmayalım ki, bizler hala ‘Türk’ tanımıyla bütünleşmiş onlarca tarımsal ürüne ve mutfak spesiyalitesine sahibiz. Bir ülkenin adını yüceltip pekiştirmek biraz da ‘ağız tadı’ yoluyla oluyor. Tıpkı ‘sushi’ (suşi) deyince dünyanın her yerinde Japonların akla gelmesi gibi. Peki, neden Türk Pastırması’, Türk Sosisi’, ‘Türk Fındığı’ ‘Türk Fıstığı’, ‘Türk Peyniri’ olmasın’

TURKISH DEUGHT’LA YETİNEMEYİZ!

Her şeyimize Yunanlıların sahip çıkması size de biraz garip gelmiyor mu’ Neyse ki son yıllarda ince telveli kahvelere batıda ‘Greek Coffee’ yerine ‘Turkish Coffee’ (Türk Kahvesi) denmeye başlandı. ‘Turkish Delight’ (Türk Lokumu) ise yerini korumaya devam ediyor. Günümüzde hazır gıda ürünleri bile ülkelerin kendi patentleriyle ‘sağlık üreten’ lezzetlere dönüşüyor.

Bundan böyle sağlık yalnız ilaçlarla değil doğal katkılarla zenginleştirilmiş besinlerle korunacak. Günümüzde ‘metabolik sendrom’, ‘şeker hastalığı’ gibi beslenmeyle ilintili hastalıklar ülke isimleriyle bütünleşmiş fonksiyonel gıdalarla önlenebilecek. Böylece ilaç israfı da son . bulmuş olacak. Unutmamak gerekir ki, Japonların ‘Sake’ ve ‘Miso’ su dünyaya yılda 450 milyon dolarlık markalı ihracat yapıyor bugün. Buna benzer pazarlar zamanla büyüyecek, ulusal alışkanlıklardan menşe alan fonksiyonel gıdalar standart gıdalarla aynı düzeye gelecek. Hızla artan tüketim için sadece fonksiyonel gıdaların batıdaki tüketim ivmesine şöyle bir bakmak yeterli.

Stres, hava kirliliği ve kötü beslenme! Çare yoğurdumuzu, sütümüzü, peynirimizi doğal takviyelerle zenginleştirdikten sonra ‘Türk Markası’yla başka toplumlara sunmaktan geçiyor. Her türden ürün ihracatında (endüstriyel ürünler dâhil) ihracat kapılarının anahtarları biraz da bizim kendi gıda ürünlerimizin bilinmeyen özelliklerinde gizli.

Nur Demirok / Para

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu